27 Ağustos 2010 Cuma

YOLCU VE YOLCULUK

YOLCU VE YOLCULUK




Evlerin ışığı kapandığında,

Sokak lambalarının aydınlığı yalnızlığım.

Sabah olunca kaybolan.



Tek şeritli bir yolun,

Gece beliren işaret levhaları.

Yanından geçilen.



Ve ay ışığı ile çizilmiş dağ sıraları,

Karanlığın hemen ucunda.

Yalnızlığım.



Gece var olanlar,

Gündüz sıradan sayılanlar.

Yalnızlığım.



Geçmişi özleyen,

Geleceği beklemeyen bir arayış.

Yalnızlığım.



Evlerin ışığı kapandığında,

Sokak lambalarının aydınlığı yalnızlığım.

Sabah olunca kaybolan.



Turgay URGUR

SARAY

SARAY




Nasıl ki sanatkar bir zat büyük bir saray yapmak ister ve temellerini, direklerini düzenli bir şekilde belirler; yapacağı inşaattan insanları bilgilendirir. İleriki günlerde o sarayın kullanım ve amacına göre planını belirler. Gerekli tüm ön çalışmaları yapar. Sarayın odalarını yapacağı çalışmalar için düzenler ve bölümlere ayırır. O sarayın kusursuz ve mükemmel olması için en iyi malzemeleri kullanır. O sarayda çalıştıracağı kişileri ülkenin en iyi ustalarından seçer, onların düzenli çalışmaları için her şeyi muntazam şekilde hazırlar. Sarayın odaları en süslü eşyalar ile süslenir, sarayın harcamaları için hiçbir masraftan çekinilmez. En son teknoloji aydınlanma sistemleri odalar için kullanılır. Sarayın odaları ile iletişim kurmak için odalara gerekli haberleşme araçları, wireless sistemler yerleştirilir. Tüm hazırlıklar yapıldıktan sonra saray kapılarını misafirlerine açar ve sarayın yaverleri buyrun der. Aynen öyle de ………………………..



Sarayın kapısının önüne gelen misafirler başlarını kaldırırlar ve hayran olurlar saraya. Ama bir türlü girmeye cesaret edemezler. Çünkü onlar saray sahibinin misafirperverliğinden, yardımseverliğinden, cömertliğinden habersizdirler. Duymuş oldukları asılsız söylemler kendi kuruntuları ile birleştikçe onları saraya girmekten alıkoymaktadır. Sarayın sahibi saray ve bahçesinin imkanlarından herkesi faydalandırmak, hiç bitmeyecek günler boyunca sarayında misafir etmek istemektedir. Ancak sarayın konukları sarayı tanıdıkça, sarayın güzelliklerinden faydalandıkça; saray sahibini sevsinler ve saray sahibinin isteklerini yerine getirsinler. Saray sahibinin hoşuna gidecek işler yapsınlar. İşte bunun gibi ……..



O saraydaki güzelliklerin farkına varanlar ne kadar şanslıdırlar. Madem ki saray sahibi vaad etmiş, vaad ettikleri sarayın binlerce yaveri tarafından hem ispatlanmış hem de müjdelenmiş; öyleyse o sarayda yaşamayı hak etmek ve saray sahibini tanımak gerekir. Hem saray bahçesinde yetişen o güzel meyveler, çiçekler, kavunlar, karpuzlar ve süt veren kuzucuklar ve daha niceleri sarayın bir düzen içinde işlediğini, işlerin Birisi tarafından takip edildiğini göstermektedir. Çünkü saray bahçesi her zaman düzenli, tertemiz muhafaza edilmektedir. Saray dışında bir sürü tehlikenin olabileceği bir ortamda; ben kendim yaşarım, kendi kendime yeterim demek ne kadar büyük yanlışlıktır. Saray sahibi, sarayına misafirlerini kabul etmek için çok az bir ücret ve çalışmak istemektedir. Hem bu çalışma o misafir içinde çok faydalıdır. Ne güzel sarayda kalmak ve saray sahibini tanımak için gayret göstermek.



Turgay URGUR

SANDUKÇA

SANDUKÇANIN KİLİDİ (bölüm 1)

Sandukçanın kilidi bozulmuş,
Yıllarca hiç açılmadı.
Madem açılmayacaktı, neden hep odanın ortasındaydı ki?
Göz önünde olunca,
Hep tozunu almak gerekti.
Ne de olsa gelen giden çoktu.
Gelenler hep onu sordu. Hayran oldular işlemelerine.
“Kimin bu?” dediler. Bazen merak ettiler: içinde ne var diye.
Çoğu zaman “boştur” dediler.

Merak işte, merak sadece.
Bazıları eline aldı. Açmaya çalıştı. Açamadı.
Ah bir bilselerdi!



Sandukçanın kilidi bozulmuş,
Açmadım yıllarca.
Kapıdan girince ilk gördüğüm o olsun istedim.
Her sabah sildim onu, üşenmedim.
Geceleri ışığımı kapatınca hala gözlerim görebiliyordu onu.

Cilası solmuştu biraz, eski parlaklığı yoktu.
Böyle kalsın istiyordum.
Her şey odada ona göre ayarlanmıştı. Ama her şey.
Duvardaki resim, altındaki örtü, karşısındaki saat.
Akşamları dokunurdum ona; yatmadan evvel, yerinden almadan.



“Işığı açmayın fazla solduruyor rengini!
Çoçuklar bu odada koşmayın,
Anne ! Sandukçaya kim dokundu bu gün?”



Sandukçanın kilidi bozulmuş,
Düştü elimden, düştü yüreğimden.
Bakamadım ona yerde,
Gözlerimi kapattım hemen ellerimle.

Kırılmış – kapağı açıldı.
Ah bir bilsen.
Odama neler saçıldı.
İyiydim ben böyle, nasıl düşürdüm seni?

Nasıl bir ihmalkarlık.
Yıllarca avutuyordum kendimi.
Avunuyordum.

Sandukçanın kilidi bozulmuş,
Eğildim, dizlerim titredi.

(bölüm 1 son)



Turgay Urgur

YENİDEN DOĞMAK 2

YENİDEN DOĞMAK 2




O’nu tanıdığım kadar özgürüm. İnsan O’nu tanımadığı zamanlar egosunun, maddi yaşantısının, geçici istek ve arzularının, sonsuzluğu aramayan bir yaşam sürecinin esiri oluyor. Peşinden koştuğu değerler ona bir noktaya kadar eşlik ediyor. Düşüncelerinde ve hissiyatında var olan sonsuzluk arayışı bu esiri olduklarının o kadar etkisinde kalıyor ki çoğu zaman kendisinin bile gerçek mahiyetini anlamaktan fersah fersah uzak kalıyor. Tanıyamıyor kendisini. Zorluklar her seferinde başka bir ‘ben’ meydana getiriyor onun için. Bazen yaşamakta olduğu en küçük, en kıymetsiz çekişmeler bile hayatının yönlenmesinde etkin oluyor ve bu değersiz mücadelenin kurbanı oluyor. O’nu tanımaya başladığı günden itibaren ise öncelikle kendisinin ve daha sonra çevresinin farkına varabiliyor. Nereden geldim?, işim nedir? Nereye gidiyorum? sorularının kendisi için ne kadar öncelikli olduğunu ve cevaplarının mutlaka bulunması gerektiğini kavrıyor. Her geçen gün kendi varlığını biraz daha iyi tanımaya başlıyor; tanıdıkça beklentileri, çevresi, ailesi onun için farklı bir anlama bürünüyor. Tüm kainatın kendisi için var edildiğini düşündüğü zamanlar bile oluyor. Adeta her sabah güneş onun için doğuyor, ağaçlar onun için var, yağmur sadece onun için yağıyor, annesi- babası-kardeşleri, komşusu kısaca bildikleri ve bilmedikleri yani her şey ona hizmet ediyor. Sevgi sunuyor.



Bir taraftan ruh dünyasını etkileyen en basit olay karşısında bile acizleşen insan, diğer tarafta ise olumlu ve olumsuz olaylar perdelerinin arkasındaki Hakikatın farkında olan yada olmaya çalışan insan.



Yeniden doğmak mümkün değil ama kendisinin farkına varabilmek mümkün.

YENİDEN DOĞMAK 1

YENİDEN DOĞMAK




Yeniden doğmak, çok ucuza harcadığımız değerleri ve zamanı geri kazanmak mümkün değildir. Diğer canlılardan farklı olarak; insan düşünme yeteneğine sahip olduğu için, yaşamakta olduğu zamanın elem ve lezzetlerini hissedebildiği gibi geçmişten gelen kederleri ve hatta henüz yaşamadığı gelecek günlerin endişelerini de duyabilmektedir. Bunların neticesi olarak, eğer sağlam bir iradeye sahip değilsek yeniden bir yaşam kurma hayallerimiz çoğu zaman umutsuzluk ile neticelenmektedir. Beynimizi ve ruh dünyamızı kemiren olumsuzluklar, kendimizi tanımaya başladığımız andan itibaren arzuladığımız huzuru da ipotek altına almış durumdadır. Hiçbir şey bizi tatmin etmemekte, çok istekli başladığımız eğlenceler kısa süre sonra bıkkınlık vermektedir. Günlük rutin işlerimizi yapmak zorunda olduğumuzdan yapmaktayız ve uzun yıllardan bu yana devam ettirdiğimiz tarzımızı da otomatiğe bağlamış durumdayız. Ama yine de gözümüzün önüne getirmeye cesaret etmesekte, “bırak açılmasın, orda kalsın” desek bile huzur arama arzumuz her zaman içimizdeki yerini korumaktadır. Bundan sonraki yaşantısını güzelleştirmek hiç şüphesiz yine insanın kendi elindedir ve bunun için o kişinin değişimlere açık olması gerekmektedir.



Maalesef önceki yıllarda tanımış olduğumuz birkaç kişinin, genelde aynı düşünce tarzında seçilen okuduğumuz kitapların o kadar etkisindeyiz ki onlar gibi konuşuyor,düşünmeye çalışıyor, kimi zaman hareketlerimizi bile onlar gibi yaptığımız oluyor. Bizler ne zaman kendi kelimelerimiz ile konuşmaya, ne zaman kendimiz olarak davranmaya başlayacağız? Okuduğumuz her esere, öğrendiğimiz her yeni bilgiye, henüz aşinalık kazandığımız tüm güzel davranışlara eşit mesafede olmalıyız. Kendisinin sahip olduğu düşünce yapısının blokajlarına takılmaksızın; Eflatun, İbn-i Sina, Mehmet Akif, Nazım Hikmet eşit sıraları paylaşmalı onun için. Onlarda, kendi içerisinde oluşturduğu düşünce yapısının doğrultusunda görmek istediklerinin tasdikinin vereceği ince bir tebessümden öte yepyeni anlamlar ve açılımlar aramalı. O eserin başka bir perspektiften değerlendirilmesi gerekebileceği ihtimalini aklında tutmalı. Keşfedilmemiş bir ada gibi merakla, hiç tatmadığı bir meyve gibi iştahla yaklaşmalı ona. Belirli süre sonra onlardaki güzel ve yeni fikirlerin kendiliğinden onun önüne gelerek, ihtiyaç duyduğu zamanlarda geleceğini aydınlatacağını görecektir. Bırakalım da edindiğimiz yeni fikirler, tanıdığımız yeni kişiler yaşam tarzımızda farklı değişiklikler yapabilsin. Eğer şu ana kadar iç dünyamıza ait huzuru henüz bulamamış isek bir şeylerin değişmesi gerektiğinin farkında olalım.



Kainatta hiç değişmeyen kurallardan birisi de her şeyin değişmekte olduğudur. “değişim” sürekli vardır. Geçen bahar, bu bahardan farklıydı. Hücrelerimizin tamamına yakını her yıl yenilenmekte. Bizler de dış dünyamıza ait değişimlere epey bir yer vermekteyiz. Bunların yanı sıra aynı cesaret ile iç dünyamıza ait değişimleri de yapmalıyız. Bir sonraki günümüz dünden farklı olmalı ve iç dünyamıza yönelik değişimler için kendimizi yeteri kadar motive etmeliyiz. Kendimize engel olduğunu düşündüğümüz sosyal çevremizin oluşturduğu sınırlara takılmadan önce kendi içimizdeki değişimlere öncelik vermeliyiz.



Yeniden doğmak mümkün değil, yenilikleri yakalamak ve faydalı değişimleri hayatımızda yapmak bizlerin elinde.



Turgay URGUR

İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ

ŞEFKAT

Şefkat


Şefkatle yaklaşmak insanlara ne güzel. Şefkat çoğu zaman aşk ile yaklaşmaktan bile tesirli oluyor. Çünkü insan şefkat ile insan karşısındakinin alaka duyduğu daha nice şeyleri de hissiyat kanatlarının altına alıyor. Şefkat ile yaklaşımda terk etmenin, kızmanın, ayrılmanın yeri yok. Şefkat eden katlanıyor, koruyor. Belki de her şeyden önemlisi karşılık beklemiyor. Karşılık beklenmeyen bir yaklaşım da netice itibariye süreklilik ve tutarlılık arz ediyor. İlginç değil mi? Aşina olduğumuz kavramların farklı alternatifleri olduğunu görmek. Yalın bir aşk ile insanlara yaklaşmanın yanında; şefkat ile yaklaşmayı da öğrenmek. Lakin şefkat ile yaklaşmak biraz zahmetli demeyeyim de içeriğinin irdelenmesi gereken bir mefhum. Kısaca içi boş değil demek istiyorum.

Ayrım

Sosyal hayatın ve insanların şu zamanda normal bir süreç dışında, ne yazık ki zorlanarak ve sıkıntılı ilerlediğini görmekteyiz. Çoğu insan iç dünyasının soru ve sorunlarına cevap bulamıyor. Gerçek mahiyetinin nedenlerini bilmeyen bizler, bizler için en az önemli olması gerekenlerin peşinden olan hırsımız, inadımız, gayretimiz ile koşmaktayız. Lakin ardından koştuklarımız asıl layık olduğumuz mevkilerin yanında neredeyse hiç hükmünde. Bitecek olan her şey bizim açımızdan hak ettiğinden fazla değer almamalı. Ayrımı iyi yapmalıyız. Bu insanın kendisini hayattan soyutlaması demek değildir. İnsan kendisine verilen çalışma azmi, hırs, istek ve diğer güzel hasletleri gerektiği yerlere gerektiği ölçülerde dağıtılmalı. Hayatımıza ait olan unsurların önem sırasını yeniden göz geçirmeliyiz.



Dar Zaman, Geniş Zaman



Karanlık bir geçmiş ve bilinmeyen bir gelecek arasında sıkışmış bir zaman diliminden hayata, çevremize ve kendimize bakmak; sonsuz bir hayat sürecinden ve perspektifinden bakabilmenin yanında ne kadar değersizdir. Birinci bakış insanı sürekli karamsarlığa, çevresi ile çatışmaya iter. Yapmış olduğu mücadele bir süre sonra en nihayetinde bitecek bir hayat endişesinin bunalımında kaybolur gider. Diğeri ise insanın günlük, geçici problemlerle uğraşmasından ziyade gerçek kıymetini bulmasını sağlar. Kardeşlik, yüksek ahlak, paylaşım gibi yüksek değerleri kazandırır.

SİYAH

Siyah 1




Mavi ve siyah bir arada yaşanır. Kağıt üzerinde yukarıya doğru yükseldikçe mavileşen bir siyah. Mavi siyah ile var oldu, aynı zamanda mavi olmasa idi siyah bilinmeyecekti. Siyah altında kalan, bir zamanlar var olan onca rengi bir anda yok ediverdi ama sadece üzerinde yükselmek şartı ile maviye izin verdi. Siyah biliyordu yere yakın olunca mavinin de kaybolacağını. Farkındaydı. Zamanla mavi yükselmeye başladı. Yükseldikçe renginde açılma oluyordu. Neredeyse güneşle bütünleşecekti. Ulaşabileceği en yüksek noktaya geldiğinde, mavi rengini güneşin kızıllığına bıraktı. Hani güneş batışlarında ve doğuşlarında gökyüzüne hakim olan bir kızıllık vardır ya, onun gibi ama daha yoğun ve göz kamaştırıcı. Büyüleyici. Mavinin artık siyaha ihtiyacı hiç kalmamıştı. MAVİ UNUTTU. Siyah bunun da farkındaydı. Ne yazık ki ! üzülemezdi. O siyahtı. Tüm durgunluğu ve ciddiliği, yalnızlığı ve suskunluğu ile izledi maviyi. Tebessüm etti. Konuşmadı. Bu tebessüm acı mıydı ? değil miydi? Onu yazan da bilmiyordu. Siyahtı ya: belirsizdi bu tebessüm.

Siyah belki de mutluydu; tüm yaşananlara, yaşadıklara inat.

Bir gün sordular siyaha .
-Sen kimsin?
Dedi:
-Ben emeğim, hayır ben toprağım, hayır hayır ben anayım, yok yok ben vefayım, ben dostum, ben nimetim. Ben sevenim. Ben sevenim.
Biraz bekledi. Etraf sustu. Herkes sustu.


Dedi: BEN BENİM.



Turgay urgur



turgayurgur@hotmail.com

FARKLI

FARKLI




İnsanların hayatında yaşamış olduğu sıkıntılar ve haksızlıklar; belki de o insanın huzur ve doğruluğun kıymetini gerçek anlamıyla kavramasını sağlayan araçlardır. Herhangi bir problem, sıkıntı ile karşılaştığımız anda en önce yapılması gerekenlerden birisi de “o” anda mutlu ve huzurlu olduğumuz anları düşünmek, önceki mutluluk ile o sıkıntı anının karşılaştırmasını yapmak, iki tablonun genelinin yanında detaylarını da incelemektir. Fakat bu inceleme yapılırken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi de sıkıntı anında aşırı duygusal yüklenmenin meydan verebileceği irrasyonel düşüncenin hakim olmasından kaynaklanacak yanlış hükümlerin ortaya çıkmasını önlemektir.



İkinci olarak bu değerlendirmenin farklı koşullarda yapılması gerekir, mesela insan herhangi bir mutlu anı yaşarken duygu ve düşüncesi nasıl olmalıdır? Belki de o zamanki düşüncemiz, duruşumuz yukarıda bahsettiğimiz sıkıntı anındaki duruştan daha önemlidir. Çünkü sıkıntı anında insanın bazı gerçekleri görebilmesi, hassas düşünebilmesi zaten olanağınıdır lakin burada elde edilen gerçekleri görebilme yetisi daha çok yüzeyseldir (yani sıkıntı anında insan her halükarda, mutluluğa özlem duyacak, onun kıymetini anlayacaktır, mutsuzluluğun rahatsız ediciliği her an devrededir) . Maalesef burada elde edilen yeti kısa vadeli ve hatta geçicidir. Geçicidir çünkü mutluluğa duyulan özlem o derece yoğundur ki o anki ruhsal durum sıkıntı ve huzursuzluğu kavramaktan ziyade mutluluğa duyulan özlemin kontrolündedir. Yani öncelikli olan mutluluğa ulaşmaktır, ikinci sırada ise mutsuzluk ve değerlendirilmesi yer alır.



Bence daha tutarlı yargılar insanın mutluluk anında çevresine ve iç dünyasına aldığı tavırla elde edilebilir. Mutluluk anında da insan kendisini kaybetmeden hayata olan bakışındaki tutumunu koruyabiliyorsa, “o” anda yine sıkıntı ve mutsuzluğun ne demek olduğunu ruhunda ve beyninde hissedebiliyorsa; o kişi olgunlaşma sürecinde gerçek manasıyla mesafe kat ediyor diyebiliriz. Tabi ki bu dediğimizin sağlanabilmesi içinde insanın mutluluk anındaki davranışlarında, düşüncelerinde, duygularında bilinçli olmayı başarabilmesi gerekir. İhmal edilmemesi gereken en önemli hususta , bilinç noktasında, mutluluk anının sarhoş ediciliğinin sıkıntı anındakinden daha fazla ve etkili olmasıdır. Doğal olarak burada şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz ‘bilinç’in bizi yanıltma ihtimali var mıdır? Ona nasıl güvenebiliriz ki? Sağlam bir bilinç nasıl oluşturulabilir?

YAŞAMAK

Benim İçin



Yaşamak dediğin gece kadar sessiz ve yalnız,
Gündüz kadar karmaşık ve anlaşılmaz.
Yaşamak dediğin bir şehadet kadar kısa ölüm evvelinde,
Bir nefeslik.
Ümitlerim, beklentilerim kadar sonsuz ve uzun.



Tüm bunların arasında bir insan: Ben.
Pişmanlıklar üzdü beni.
Beklentilerim yordu beni.
Ve “sen” uzaklarda, canım, gülüm.
Özledim seni.



Yaşamak dediğin,
Seni özlemek kadar hem hüzün verici hem de huzur.
Yaşamak dediğin,
En yakın dostumun beni aldatabileceği kadar ucuz.
Yaşamak dediğin,
Sevdiklerimle paylaştığım bir an kadar kaliteli.



Turgay URGUR

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bilgi, silgi. Bil-sil.

Her tür bilgiye hemen ulaşan insan özü değilde kabuğunu aldıkça ve yedikçe her geçen gün gabileşti. Faydalı ve faydasız ne varsa önüne serildi, beyinler sindirme özelliğini yitirdi ve ara bir öğütme vazifesi görmeye başladı. Abur cubur bilgi yani. Fast food tarzı. Çöp bilgi. Ayakta yenilen, hızlı geçsin diye kola ile tüketilen. Tüketilen dış menşeyli olunca, haliyle üretilen bizden olmazdı. En ağır yükü de ruh çekti bu sırada. Neden vardın, ne işledin? Tüm bu olup bitenlere bakar oldu, seyirci ve belirli süre sonra sessiz bakar oldu. Her şey bedene hizmet ediyordu. Artık ruh ve beden kalmadı. Ruhsuz beden tahtını kurdu. Evde, çarşıda, dükkanda, okulda, çay sohbetinde konuşulan bu ruhsuz bedenin gözlem -kayıt ve yeni istekleri oldu. İstekler liste halinde ne hikmetse herkesin elinde aynı. Bir listedeki yeni ve son madde aynı anda diğer listelerde görünme özelliğine sahip.

Nurdan 2

Ya Baki entel baki. Küçük bir hanesini seven ve arzulayan insan koca bir kainatı da arzular hem de sonzuzluk hissi ile, kaybolmasından endişe duyar. Elinden kaçan gidenler, zaman içinde eriyip gidenler ona hüzün ve endişe verirler. Güzel olanların bitmesini asla istemez. Eğer insan bu gidenlerin ardından üzülüyorsa kusur ona aittir, hata ondadır çünkü baki olarak arzulanan ancak Baki olandan istenir-istenmeli. Geçici olarak yaratılmış olan, bitip gidenler sonsuzluk isteyen bir kalbin yaralarına merhem olamaz. Fani olanlar Baki Yaratıcımızın muhabbettiyle sevilir, yoksa onlar kalbin muhabbetine layık değillerdir.

Midenin en küçük bir isteğini geri çevirmeyen Cenab-ı Hak sonsuzluğan meftun insanın bu arzusunu da boşa çıkarmamış ve fani insan için baki bir alemi halk etmiştir. Bir nevi onun hal dilindeki duasına cevap vermiştir. Böyle külli bir duaya cevap vermemek O'nun büyüklüğüne de  karşıdır. İnsanın en önemli vazifesi o Bakiye karşı alaka duymak, esmasına muhabbet beslemektir.

Seyyah ! Küçük, geçici ömürünü Bakiye mütevechih yapmak istersen O'nun hesabına çalış, O'nun adına işle. Böylece o dar zaman geniş bir rahmete kapı açar. Miraçta kısa bir sürede Peygamber Efenidimizin yolculuğu, kat ettiği mesafe buna şahittir. Kadir gecesinde Kuranın ifadesiyle seksen küsur senelik ibadete eş değer olması buna delildir. Evliya ve asfiyanın kısa zamanlarda Kuranı hatmetmesi, ilim görmesi ve bunları meydana getirmesi, eser yapması buna isbattır. Herkesin rüya gibi bir iki saniyelik zamanda çok uzun bir zaman dilimini yaşaması herkes için bir örnektir.

Bakiye yönelik yaşayan huzur bulur, ayrılıklar ve yaşlılıklar onu üzmez. Zaman onun için sonsuza giden bir yoldur oda Esmanın Bakiyi dileyen bir cilvesi.

Yön veren

George Orwell 1984 isimli eserinde :" yazı işleri müdürleri, matbaacılar, düzmece fotografların hazırlanması için zengin bir şekilde donatılmış stüdyolar ve basımevleri vardı. .... ayrıca, düzeltilmiş belgelerin toplandığı depolar ve asıllarının yakıldığı büyük fırınlar yer alıyordu. Ve bir yerlerde, tüm bu çalışmaları yöneten, geçmişin şu parçasının korunması, bu parçasının düzeltilmesi ve yok edilmesini gerekli kılan, siyasete yön veren isimsiz beyinler vardı." diyor 1949 yılında.

Hadi bakalım burdan yak, pardon burdan oku. Allah bilir bizde ne yakılacak ne de değiştirilecek bir şey kalmıştır. Yakan yakmış, değiştiren değiştirmiştir. Dayağı kimi zaman yolun sağındakiler kimi zaman solundakiler yedi. Ama şimdi durum farklı. Şimdi feda edilenin konuyla yakından uzaktan alakası yok. Ana kuzusu kurda yem ettiriliyor. Sadece kurban. Sistem yürüsün diye, birileri gelsin gitsin diye. İzan'ın İ'si düştü zanla, zanlarla gidiyor. Allaha selamete çıkarsın de diyeyim, çözdükçe karışan bir iş oldu bu.

24 Ağustos 2010 Salı

Kader 1

Sessizlik, boşluk, tembellik, alışmışlık bir çeşit yokluktur. Hareket, canlılık, değişim ise canlı ve hayırlıdır. Hayat hareketle olgunlaşır, tecrübe ve sıkıntıyla ilerler. Hayat Allahın esmasının cilveleriyle çeşitli harakatlara yönelir, kuvvetlenir, açılır ve kendi mukadderıtını yazmaya ehil bir kalem olur. Vazifesini tamamlar.

Kaderi tembellik döşeği gören zihniyet nerede ? İnsanın iradesini kader çizgisinde yerli yerine koyan hikmet nerede?

Bu kuyu tek kişilik mi?

Yusuf’un kuyusundan dem vuran bir vicdan, siyasetin çamurlu yollarında neyler. Bu nasıl bir çelişki, ne tür bir gaflettir. Dr. Halil ed- Duveyhi’nin ifadeleriyle kendisini ortada, arada yer bulamayan; ya alemin üstünde yada kabirde yer arayan insanın; bu zamanın gözü kör, önüne geçen herkese ve her şeye toslayan, günü kurtarma derdinde olan zihniyetlerin peşinde koşması nedendir. Zahmet rahmete gebedir. Gün olur bir dağın mağarasından alırlar seni, aman göz önünde dur. Varlığın bile çok geliyor, ağır geliyor derler. Gözlerini alır nur, düşünceleri-kitapları yetmez hecelerine. Anlayamazlar yazdıklarını. Ruhları ise çoktan ölüdür. Ölü canlar her yerde. Uyuyorlardı. Gaflet uykusunda, tembellik döşeğinde. Onlar ise, uzayan bu yolda tek başlarına koyuldular yola. Ali’nin yatağı sıcakken daha. Kimse inanmadı gün olupta arkalarından bir havariler ormanın koşturup her nefesi keseceğine. Çöl ateşlerinde İremler çağlayacağına. Halvet. Sen hep yalnız mı olursun? Bu kuyu tek kişilik mi?




Zahiri sebep, hakiki sebep. Sen hangisini görürsün? Yoksa gider gelir misin ikisini de bilmeden. Lügat manası vermiyor mu cevap? Ekle buradan oraya, olmadı kelimenin köküne git. Yine de yoksa cevap. Yok say. Yok sayınca olmadı mı yok . Eee… o zaman bir de var say. Diğer bir şıkta kabul et. Lakin ne çıkacağı belli olmaz. Sen iyisi mi kabul de etme. Kendi haline, kendinin haline bırak. Sorgula mı? Teslim mi ol? Pek düşün, iyi düşün mü? Çok oku, çok, kitaplar senin doğru yola götürür mü ? Kimin doğru yolu?



Araf 43: “Hidayetiyle bizi buna (bu nimete ) kavuşturan Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler.



Kısa yol, kestirme yol. Yolcu ! Kestirme yoldan gitsen de yürüyeceksin. Kendi ayaklarınla.



Turgay Urgur

22 Ağustos 2010 Pazar

Duygu ve söz

Duygular söze iştirak etmeli, etmiyorsa ediyor gibi çifte atmamalı. Sözü başka sözle ve duygularla karıştırıp akıcılığı bozmamalı. Manalar iç içe birbirini desteklemeli, dallanıp budaklanmadan peş peşe gelmeli.

Lafızperestlik

Lafız, mana ve üslup. Hangisi hangisinin önüne geçecek, hangisi diğerine hizmet edecek? Ölçüyü tutturmak belagat çiçeklerini açtırırken, az bir sapma lafızperestlik ve uslupperestlik hastalığını yaygınlaştırıyor ki şu an epey bir muzdaribiz.

Nurdan

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor. Diyor.. 85 yıl önce. Ne değişmez(değiştiremediğimiz) halimiz varmış...

Küçüğüz

İnsanı yönlendiren ya akıl ya hislerdir, ya haktır ya kuvvettir. veya ya hikmet yahut hükümettir. Veya ya kalbin meyilleri yada aklın temayülleridir. Veya, ya heva yada hüdadır. biz, siz, onları yönlendiren ise "e" yada "h" oldu. Küçüğüz, küçüksün, küçükler.

Düşünce

İnsanın özü, mahiyeti yücedir. Aynı zamanda intizamıda mühimdir, insan diğer varlıklara benzemez ve intizamsız yaşayamaz. Çünkü ebede namzettir, ihmal edilmediği için kendisini de ihmal edemez, abesle uğraşmak ona yakışmaz. İnanan insanda Allah'ın birliği etrafında toplanmışlık ile birlikte tek söz ve hedeflilik olmalı.

Düşünce

Mizaçlarda aşırılıktan kaçınılmalı, zihinler daima aydın tutulmalı; medeniyet fikirlerin yardımlaşmasını istiyorsa buna meyletmelidir aynı zamanda fıtraten safi ve uyumlu olmalı, sade ve külfetsiz hayatı tercih etmeli. İlaveten girişimci olmasını da bilmeli. Topluluk içinde, toplumla ama kendisi kalarak yaşamayı da düstur edinmeli

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Zamanın Ötesi

Birinci mektup

Birinci mektup neden birinci söz olmasın. Sevgili üstadımız bediüzzaman hazretlerinin ifadeleriyle “bismillah” her hayrın başıdır. Biz dahi başta onun ile başlarız. Sözler, tamamıyla külliyat hayatın başlangıcı. Dünyada tohumu atılan ve ahirde filizlenen (inşallah filizlenecek) bir hayat. Okunması, anlaşılması ve en nihayetinde, en kıymetli olarak, en mecburi olarak uygulanması gereken bir sözler bütünü.

Bu zamanıma kadar insanın, Müslüman bir insanın hayatına yön verecek, onu günün şartlarına uygun, zamana hazırlayacak, motive edecek, diri ve zinde tutacak bir kaynak aradığım zamanlar oldu. Bunların da fevkinde yaratılış nedenini ona kavratacak ve bu yaratılaşa tam manasıyla hizmet etmesi onu hazırlayacak bir kaynak.

Sözler en başlangıç. En öncelikli olarak okunması gereken. Yoğun, yoğunluğu okundukça artan. İçerisinde bazen insanın hareket etmesinin zorlandığı, bazen en üstlerde gezerek ferahladığı. İlahi bir dünyanın yansımalarını gördüğü, kıpırtılarını duyduğu bir ukba. Cennet. Ulaşıp ta huzurlu yaşamak istediğimiz, daimi kalmak istediğimiz yer.


Sözler. Söylenmiş olan her şey. Aranan soruların cevapları orada. Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ben kimim ? ölümden sonra hayat nasıl? Sevgili peygamberimi en güzel nasıl tanıyabilirim? Yüce Yaratıcımızın esmasının bu dünyadaki yansımalarının nasıl farkına varabilirim?

Sözler. Okunması öncelikli olan. Eğer bir eser oluşacaksa ve bu eser muhteşem eşref-i mahlukat bir eser olacaksa ; sözler öncelikli olarak okunması gereken.

Cenab-ı Allah büyük emekler neticesinde hazırlanmış olan bu kıymetli eserleri okumayı, paylaşmayı ve yaşamayı nasip etsin.

33 adet mektuptan oluşacak olan bu çalışmanın birinci mektubun ruhuna uygun olmasını dilerim.


Dilerim Allah emeklerimizi tamamıyla güzelliklere çevirir.

Şiir

İnşirah




Sonsuz bir hayatı hak eden,

Hastalıklar ve ayrılıklarla dünyadan alaka kesen,

İçimden bir şeyler cesaret verirken.



Böyle bir hayalin gerçekleşmesi,

Doğasında zaten var olan,

Ancak ve ancak,

Onu her haliyle, kaliyle bilen

Ve muhatap kabul eden,

Zatın inayetiyle olur.



Daldım hayale, bir izah istedim,

Kapısına gittim.

Cevap: “O” bize yeter

Biz’e dikkat ettim.

Binlerce çeşidin içinde beraberlik,

Ve benzeyişlik.

Her bahar kolay, her bahar yeniden.

Her bahar hazır.



Biz’den Ben’e baktım.

Sudan. Mucizane . Her şey yerli yerinde.

Hediyeleri anlayacak, tadacak cihazlar.

Sonsuz defineleri açacak.



Ve kokular, renkler, tatlar anlaşılır.



Etkisiz ve yetkisiz iken verilen bir hayat,

Kaydeden tüm güzellikleri.

İzin verilmiş belirli bir süre için; yazar ve çizer.

Görünenler kadar açılır, yayılır, gelişir.



İşte insaniyet, kendine has fayda eder.

Gezer maddi, gezer manevi.



Turgay Urgur

Şefkat

Şefkat


Şefkatle yaklaşmak insanlara ne güzel. Şefkat çoğu zaman aşk ile yaklaşmaktan bile tesirli oluyor. Çünkü insan şefkat ile insan karşısındakinin alaka duyduğu daha nice şeyleri de hissiyat kanatlarının altına alıyor. Şefkat ile yaklaşımda terk etmenin, kızmanın, ayrılmanın yeri yok. Şefkat eden katlanıyor, koruyor. Belki de her şeyden önemlisi karşılık beklemiyor. Karşılık beklenmeyen bir yaklaşım da netice itibariye süreklilik ve tutarlılık arz ediyor. İlginç değil mi? Aşina olduğumuz kavramların farklı alternatifleri olduğunu görmek. Yalın bir aşk ile insanlara yaklaşmanın yanında; şefkat ile yaklaşmayı da öğrenmek. Lakin şefkat ile yaklaşmak biraz zahmetli demeyeyim de içeriğinin irdelenmesi gereken bir mefhum. Kısaca içi boş değil demek istiyorum.

Ayrım

Sosyal hayatın ve insanların şu zamanda normal bir süreç dışında, ne yazık ki zorlanarak ve sıkıntılı ilerlediğini görmekteyiz. Çoğu insan iç dünyasının soru ve sorunlarına cevap bulamıyor. Gerçek mahiyetinin nedenlerini bilmeyen bizler, bizler için en az önemli olması gerekenlerin peşinden olan hırsımız, inadımız, gayretimiz ile koşmaktayız. Lakin ardından koştuklarımız asıl layık olduğumuz mevkilerin yanında neredeyse hiç hükmünde. Bitecek olan her şey bizim açımızdan hak ettiğinden fazla değer almamalı. Ayrımı iyi yapmalıyız. Bu insanın kendisini hayattan soyutlaması demek değildir. İnsan kendisine verilen çalışma azmi, hırs, istek ve diğer güzel hasletleri gerektiği yerlere gerektiği ölçülerde dağıtılmalı. Hayatımıza ait olan unsurların önem sırasını yeniden göz geçirmeliyiz.



Dar Zaman, Geniş Zaman



Karanlık bir geçmiş ve bilinmeyen bir gelecek arasında sıkışmış bir zaman diliminden hayata, çevremize ve kendimize bakmak; sonsuz bir hayat sürecinden ve perspektifinden bakabilmenin yanında ne kadar değersizdir. Birinci bakış insanı sürekli karamsarlığa, çevresi ile çatışmaya iter. Yapmış olduğu mücadele bir süre sonra en nihayetinde bitecek bir hayat endişesinin bunalımında kaybolur gider. Diğeri ise insanın günlük, geçici problemlerle uğraşmasından ziyade gerçek kıymetini bulmasını sağlar. Kardeşlik, yüksek ahlak, paylaşım gibi yüksek değerleri kazandırır.

kollektif şuur 2

Kollektif Şuur 2




Kollektif şuur 1 isimli yazımın devamıdır.



Bir kurumun veya şirketin kendisini başka bir benzeriyle kıyaslanması diyebileceğimiz ‘benchmarking’ dilimize ve kültürümüze uzak ama çok faydalı bir kavram ve uygulamadır. Benchmarking (kıyaslama). Tam karşılığı olmamakla birlikte kıyaslama olarak isimlendirebiliriz.



Benchmarking öncelikle bir kurumun kendi durumunu belirlemesinde faydalı olur. Kurum kendisini eş değerleriyle kıyaslayarak kendi durumunu, başarısını, eksiklerini , yanlışlarını ve yapılması gerekenleri tespit edilebilir. Pratikteki bazı kolay uygulamalar da “Benchmarking” yöntemiyle kendi kurumlarına transfer edilebilir. Uygulanmış ve neticeleri görülmüş bir uygulamayı almak zaman ve diğer kaynaklardan kazanç sağlayacaktır. Günümüzde sadece “Benchmarking” işi ile uğraşan şirketler olduğu gibi kurumlar kendi imkanları ile de bunları uygulayabilir. Tabi ki dışarıdan bazı kişilerin bu uygulamayı yapması daha objektif neticelere ulaşmayı sağlayacaktır.



Genelde üst düzey kuruluşların uyguladığı bu yöntem küçük işletmeler, eğitim kurumları, sağlık kurumları, esnaf ve zanaatkârlar için de neden uygulanmasın ki?



“Benchmarking” (Kıyaslama) sistemini uygulayıp ta netice alamayan kurum neredeyse yok gibidir. Alışık olmadığımız ama çok faydalı bir uygulama, araştırılmasında mutlaka fayda var.



Turgay Urgur

Kollektif Şuur

Kollektif Şuur 1 / Turgay Urgur

Çok zaman önce yazmış olduğum bu yazıyı ara ara okurum. "Kollektif şuur" kendimin ürettiği ve tanımlamaya çalıştığı sosyal bir  terimdir. Kollektif şuur bilincinin; siyaset, ticaret, eğitim, aile yaşantısı gibi toplumun farklı alanlarında çok harika uygulama imkanlarının olabileceğini düşünüyorum.


Kollektif şuur; birlikte, koordineli olarak belirli bir hedef doğrultusunda çalışma kabiliyetidir. Birlikte çalışma düşüncesinin insanların hayatına aktif olarak girmesi de diyebiliriz. Birlikte, toplu halde bir şeyi anlama, tanıma ve kavrama gücünün oluşmasıdır. Şuur, başka bir deyimle kendi varlığından haberdar olmaktır. Kollektif olabilmek, paylaşılan ortak avantajlar için insanların bir araya gelebilmesidir. İki kelimenin birleşimini kollektif şuur olarak tanımlayabiliriz.


Eksikliğini hissettiğimiz ve ne yazık ki uzak olduğumuz bir mefhumdur. İnsanlar bir birlerinden ayrı hareket ederlerse ve herkesin kendi doğrusu olursa; herkesin kendi doğrusu zenginlikten ziyade çatışma ve ayrımlar doğurur. Sonucunda ise zaman kaybı, bilgi üretiminin yoksunluğu, tükenen maddi-manevi kaynaklar vardır. Bunların sonucun da ise; öncesinde dinleyen ve izleyen, zamanla bunlardan da sıkılan; birlikte hareket edemediği için kendi başına kalan, yalnızlaşan bireyler oluşur. Zamanla insanların içine yerleşen ‘ben’ düşüncesi, nihayetinde kaçınılmaz sonuçlar doğurur. Örnekleri ve sonuçları etrafımızda herkesin gözleri önünde durmaktadır.

Kollektif şuurun kazanılması için öncelikle bir birimize zaman ayırmalıyız. Başlangıç gayet basitdir. Dinlemek için zaman, konuşmak için zaman ve hepsinin genel bir sonucunun değerlendirmesini yapmak ve uygulamaya koymak için zaman gerekir.  Bir saat, iki saat ve on saat gibi herkesin bildiği zamanı kasdediyorum. Ne kadar gerekiyorsa, o kadar zamana ihtiyacımız var. İnsanların bir birinden öğreneceği çok şey var ve bu en kısa verimli yoldur. Bu, basit birkaç uygulama ile kazanabileceğimiz toplumsal bir yetenekdir ama öncesinde belirttiğim gibi kollektif şuura pek de alışık değiliz. Çünkü bizler birbirimizi dinlerken bile yeteri kadar samimi değiliz. Sadece dinler gibi gözüküyoruz, lakin kafamızda biraz sonra anlatmayı düşündüklerimizin programını yapıyoruz. Çözüm yine paragrafın başında duruyor; bir birimize zaman ayırmalıyız.


Kollektif şuur, kendisini aynı zamanda değişim ile tazeler. Etrafımızdaki her şeyin değişim içinde olduğunu gördüğümüz yaşantılarımızda, durağan kalmak bizleri ister istemez düşünce bazında bireyselleşmelere iter. Buradaki düşünce bireyselleşmesi özgürlük karşıtlığı anlamında değil birlikte hareket edebilme düşüncesinin oluşmaması demektir. Birey her daim yenilenmeli, yenilenmenin nasıl olacağı herkesin malumudur. Okumak, araştırmak vb yöntemler yenilenmek için yeterlidir. Tabi bu arada gözden kaçırdığımız diğer bir unsur ‘özeleştiri’dir. Kollektif şuur içerisinde yer alacak birey mutlaka özeleştiri yapma kabiliyetine sahip olmalı. Doğru bildiği yanlışları, yanlış bildiği doğruları gözden geçirmelidir. Bunların ışığında değişim uygulanabilir olmalıdır. Kişi olumlu değişimleri hayatına yansıtmalı ve bunlar üzerinde ısrarcı olmalı. (devam edecek)



Turgay Urgur



13 font yazılması tavsiye edilir.

Şiir Gibi

Benim İçin




Yaşamak dediğin gece kadar sessiz ve yalnız,

Gündüz kadar karmaşık ve anlaşılmaz.

Yaşamak dediğin bir şehadet kadar kısa ölüm evvelinde,

Bir nefeslik.

Ümitlerim, beklentilerim kadar sonsuz ve uzun.



Tüm bunların arasında bir insan: Ben.

Pişmanlıklar üzdü beni.

Beklentilerim yordu beni.

Ve “sen” uzaklarda, canım, gülüm.

Özledim seni.



Yaşamak dediğin,

Seni özlemek kadar hem hüzün verici hem de huzur.

Yaşamak dediğin,

En yakın dostumun beni aldatabileceği kadar ucuz.

Yaşamak dediğin,

Sevdiklerimle paylaştığım bir an kadar kaliteli.



Turgay URGUR





FARKLI



İnsanların hayatında yaşamış olduğu sıkıntılar ve haksızlıklar; belki de o insanın huzur ve doğruluğun kıymetini gerçek anlamıyla kavramasını sağlayan araçlardır. Herhangi bir problem, sıkıntı ile karşılaştığımız anda en önce yapılması gerekenlerden birisi de “o” anda mutlu ve huzurlu olduğumuz anları düşünmek, önceki mutluluk ile o sıkıntı anının karşılaştırmasını yapmak, iki tablonun genelinin yanında detaylarını da incelemektir. Fakat bu inceleme yapılırken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi de sıkıntı anında aşırı duygusal yüklenmenin meydan verebileceği irrasyonel düşüncenin hakim olmasından kaynaklanacak yanlış hükümlerin ortaya çıkmasını önlemektir.



İkinci olarak bu değerlendirmenin farklı koşullarda yapılması gerekir, mesela insan herhangi bir mutlu anı yaşarken duygu ve düşüncesi nasıl olmalıdır? Belki de o zamanki düşüncemiz, duruşumuz yukarıda bahsettiğimiz sıkıntı anındaki duruştan daha önemlidir. Çünkü sıkıntı anında insanın bazı gerçekleri görebilmesi, hassas düşünebilmesi zaten olanağınıdır lakin burada elde edilen gerçekleri görebilme yetisi daha çok yüzeyseldir (yani sıkıntı anında insan her halükarda, mutluluğa özlem duyacak, onun kıymetini anlayacaktır, mutsuzluluğun rahatsız ediciliği her an devrededir) . Maalesef burada elde edilen yeti kısa vadeli ve hatta geçicidir. Geçicidir çünkü mutluluğa duyulan özlem o derece yoğundur ki o anki ruhsal durum sıkıntı ve huzursuzluğu kavramaktan ziyade mutluluğa duyulan özlemin kontrolündedir. Yani öncelikli olan mutluluğa ulaşmaktır, ikinci sırada ise mutsuzluk ve değerlendirilmesi yer alır.



Bence daha tutarlı yargılar insanın mutluluk anında çevresine ve iç dünyasına aldığı tavırla elde edilebilir. Mutluluk anında da insan kendisini kaybetmeden hayata olan bakışındaki tutumunu koruyabiliyorsa, “o” anda yine sıkıntı ve mutsuzluğun ne demek olduğunu ruhunda ve beyninde hissedebiliyorsa; o kişi olgunlaşma sürecinde gerçek manasıyla mesafe kat ediyor diyebiliriz. Tabi ki bu dediğimizin sağlanabilmesi içinde insanın mutluluk anındaki davranışlarında, düşüncelerinde, duygularında bilinçli olmayı başarabilmesi gerekir. İhmal edilmemesi gereken en önemli hususta , bilinç noktasında, mutluluk anının sarhoş ediciliğinin sıkıntı anındakinden daha fazla ve etkili olmasıdır. Doğal olarak burada şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz ‘bilinç’in bizi yanıltma ihtimali var mıdır? Ona nasıl güvenebiliriz ki? Sağlam bir bilinç nasıl oluşturulabilir?

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...