30 Ocak 2011 Pazar

cam

Aramızda bir cam var,
Senin bana anlattıklarını ben anlayamıyordum.
Sadece bakışlarından ve hareketlerinden,
Anlamaya çalıştım.

Aramızda zaman var,
Sen mutlu iken ben habersizdim.
Farklı hayaller kurmuştuk,
Aynı rüyada buluşamadık.

Aramızda mesafeler var,
Birimiz gelmeliydi.
Kimse cesaret etmedi,
İkimizde hep bekledik.

Aramızda gurur var,
Konuşmadan, istemeden bitmezdi.
Yıllar büyüttü onu,
Sildi süpürdü her bir şeyi.

‘Konuş ve sus’tan ibarettir hayat,
Cesaret edilmeyen konuşmalar ile anlamsız susmalardan.
Bazen ellerin dilinden,
Bazen kendiliğinden susturulmuş diller.
Konuşan ne kadar kendisi ise,
O kadar gerçektir varlık.
Yine de konuşmaz insan,
Korkar.

Diyemez,
“İstiyorum”.
“Gitme” diyemez örneğin.
“Gidelim” diyemez.

İnsan karşısındakiyle konuşmaz,
Kendisiyle konuştuğu kadar.
Anlaşılmak ister,
Anlatmadan.
Sevmeden, sevilmek ister.
Bilmez mi? Vermeden almak, değersizleştirir alınanları.

Bir garip yetenek olur insan,
Birkaç ayrı karakteri oynar yakın sahnelerde.
Ağlaması ile gülmesi pek yakındır,
Utanması ile şımarması pek yakındır.

Bunları birbirinden ayırt etmez insan,
Karman çorman bir gün yaşamak ister.
Doğruyla yanlışı,
Güzelle çirkini bir eder.
Ne anlamı kalır?

Vefalı bir dostun iki cümlesine hasret,
Bir tebessümüne hasret.
İçi dışı bir sohbete hasret,
Yürekten selamına hasret.

Anlaşılan ve dinlenen,
Sözlere hasret.
Aynı mekânı paylaşan,
Ruhlara hasret.

Hayat böyle bir şey işte,
Bir kısmı oyunla geçti.
Bir kısmı oynamayla.
Bir kısmı oynatmayla geçti,
Bir kısmı oynatılmayla.

Hayat böyle bir şey,
Son zamanlarında yazılan ve okunan.
Bitmeye az kalmış,
Bir hikaye.
Yarım kalmış olan her şeyin tümü hayat.

Turgay Urgur




Felç 5

Not: Felç isimli şiirlerimin veya ‘kendimce’ yazılarım birden beşe kadar olan serileri bloglarda mevcuttur.

Felç 5

Korkak bir çocuk,
Elinde taşlar.
Ağlamak ile kaçmak arasında,
Dilinde devler.

Kaç. Kaç.
Kendinden kaçan.
Kurtul, kurtul.
Derdinden kaçan.

Sevmek ile hükmetmek yarışıdır bu,
Kendini seven.
Galibi olmayan bir eğlencedir bu,
Kimse hükmedilen.

Kafes içindeki özgürlük tantanası,
Dışarıyı bilmeyen kör kovalamacası.
Birbirini vuran,
Söz ve öz yakalamacası.

Bir felç,
Mekândan zamana.
Kayıp yolcular,
Masal hanedanında.

Anlaşılmak beklentisi,
Konuşmayandan.
Sokrates savunması,
Kendi kendine konuşamayandan.

Nasıl olsa yalancı avukatı,
İki doğrudan birisi.
Şahit olsan ne yazar?
Verilmiş çoktan cezası.

Bir felç,
Anne’den çocuğuna.
Babasından.
Tüm soyuna.

Düşüncenin soysuzu,
Ekran kütüphanesinde.
Soytarılığın kralı,
Köşe yazısında.

Oy vermek,
Benlik vermek olursa.
Boy vermek,
Her şeyini vermekle olursa.

Ar,
Meydan Larousse’ ta aranır.
Sanal âlemden,
Fırsat kaldıysa.

Bir felç,
Bedenden ruha.
Bir haneden,
Bin haneye.

Turgay Urgur

 
 Felç, dilin kelimeleri veya kelimelerin dili darmadağın yapması ile oluşan bir dizi yazıdır. Burada felce uğrayan bazen sevgili, bazen birey, bazen toplum, bazen ailedir. Çaresi ise kendin olmak, kendin gibi davranmak ve düşünmektir. Düşündüklerini ve doğru bildiklerini hem yaşamak hem de söylemektir. Zaman azalmış iken ve doğrular her zamankinden artık daha çok kıymetli olmuş iken LİSAN-I HAL ile LİSAN-I DİLİN bir özde yeniden kavuşmasıdır. Değerli yorum ve düşünceleriniz benim için çok kıymetlidir. Saygılarımla.







26 Ocak 2011 Çarşamba

Hasbihal 7

Günlük işlerin yoğunluğu ve kısır muhabbetler beni epey bir yormuştu. Sağımda ve solumda içimi dökebilecek sabırlı dostlar aradım. Gündem havayı daha da bunaltıcı yapıyor, çözemeyeceğim işlerin peşinden koşmak zihnimi sadece ama sedece meşgul ediyordu. İş telaşları, geçim derdi ve 'kimseleri  dinlemek istememe' durumları salgın olmuş; tüm çevremi, arkadaşlarımı ve koca bir şehri kuşatmıştı. Büyümek ağırlıktan başka bir şey vermiyordu. ve anladımki küçülmek sıkıntıları azaltıyor, kendi seslerimi duyma fırsatını bana yeniden veriyordu. İçimden gelen sesleri. Beni turgay yapan cümleleri, kelimeleri ve tek heceleri. Elifi, Hayy'ı, Hu'yu, Hakk'ı ve daha nicelerini. Küçülmek insanlığa kısa süreli de olsan bir dönüştü. Dünyaya gelişteki safiliği bulmasam bile en azından onu yeniden anımsamaktı. "Anne duy sesimi." melodileri okuduğum kitabın sayflarını buharlaştırıyor, buz alnımda soğuyup damla olarak geriye- ait oldukları yere dönüyordu. Yani toprağa. İşte o damlaların gezdiği satırlar.....

Bir ziyafetgah, bir talimgâh ve bir teşhirgah olan şu âlemde gezen bir seyyahın gönül gözlerine takılanlardan bihaber yaşayıp giderken elimden bir el tutup beni masanın kenarına oturttu ve önündeki kitabı okumaya başladı. Asumandan başladı anlatmaya, gökyüzünden süzülerek dünyaya indi. Dünyayı inceden inceye keşfe başladık birlikte. Önce dimdik duran dağlar, sonra durmadan çağlayan denizler ve nehirler, her sene tazelenen mevsimler ve getirdiği nimetler, insana hizmet eden hayvanlar âlemi ve bitkiler. Gözlerim hayretle izledi gezdiği yerleri. Önceden buraları defalarca görmeme rağmen anlatılanlar şimdi bir başka geldi gözüme. Hayret ettim. Maşallah, Elhamdülillah dedim defalarca.

Sonra bu seyyah ile birlikte ‘tüm bunları’ hayatları ile bizlere anlatan Allah’ın sevgili kullarının sözlerine baktılar. Her sözleri doğru, her yaşadıkları ibret ve ders vericiydi. Anlattıkları hep aynı kaynaktan ve değişmez idi. Dünyaya insanları en yüksek makamlara çıkarmak için gelmişlerdi ve her şeyden önce yaşantıları ile bunları bize göstermişlerdi. Onların gelmesiyle insanlığın birçok derdine çare bulunmuş. “İnsan olmak nedir?” anlaşılmıştı. Melekler taifesi de onlara çok önceden iman ederek Onların büyüklüğünü kabul etmişlerdi. Bununla birlikte yüz binlerce doğru ve ciddi yaşantılı insan da tüm bu söylenenleri yeniden insanlara hatırlatmışlar ve gerekli ikazları defalarca yapmışlardı. Kendi hayatlarını yok etme pahasına hiçbir maddi ve manevi fedakârlıktan kaçmamışlardı. Bu seyyah ve yolcusu tüm bunları büyük bir sevinç ve merak ile izlemeye devam ettiler.

Ansızın ama zamanında gelen yağmurlar, birbirine karışmayan kar taneleri, bitmek tükenmek bilmeyen su kaynakları, her gün doğup batan güneş ve daha nice cismani âleme şahit olan varlık gözüme bir başka görünmeye başladı. Bu işler tesadüf olmadığı gibi bu büyük işlerin arkasında bir Büyük Mutasarrıf var diye düşünceye daldım. Hayatımda beklide ilk defa bu kadar büyük düşünüyordum. Çünkü artık ben varlığımı sorguluyor ve şu büyük kâinat âlemini anlamaya ya da tanımaya çalışıyordum. Benimle yaşıt olanların muhtemelen böyle bir derdi yoktu lakin onları kınayamaz ve küçümseyemezdim çünkü bundan çok kısa zamanlar önce ben de aynen onlar gibiydim. Günü birlik yaşıyor, teknolojinin birkaç bulaşıcı ve hastalıklı icadıyla zamanımı geçiyordum. Hayatımda iki-üç şey bana verilen zaman nimetini içten içe kemiriyor ve beni düşünmekten alıkoyuyordu. Düşünmediğim için benim için gerekli olan kitapları okumuyor, saatlerce derslerime çalışamıyor ve bir şeyler üretemiyordum. Bu aynı zamanda bendeki gelecek beklentilerini de sekteye uğratıyordu. Büyük hayaller peşinde koşmaktansa günü birlik öylesine yaşamayı ve kendimi geçici zevklerle avutmayı kendime bir yaşam tarzı seçmiştim. Ta ki kendimle baş başa kaldığım bir zamanda kendime birkaç soruyu soruncaya ve bunların cevabını bulmaya kendime söz verinceye kadar. O gün bir kenara not aldığım ve halen cevaplarını aradığım sorular….

            Beni bu dünyaya Kim gönderdi?
            Nereden geldim ve nereye gidiyorum?
            Hz. Muhammet (S.A.V)kimdir? O’nu nasıl daha iyi tanıyabilirim?
            Ben kimim?
            Ben özgür düşünüp, özgür yaşayan ve başkalarının da özgür yaşamasını isteyen bir insan mıyım?
            Söylediklerimi yaşıyor muyum?
            Yaşadıklarımı insanlara anlatıyor muyum?
            İnsanlara karşı gereken sevgi ve saygıyı yüreğimde taşıyor muyum?
            Kendimi zararlı düşünce, uğraş ve çevrelerden koruyor muyum?
            Aileme, ülkeme karşı vazifelerimi gerçek manasıyla biliyor muyum?
            Bu gün benim ülkem ülkeler muvazenesindeki yerini bulamadı ise bunun gerçek nedenleri neler?
            “İlim Çin’de de olsun” sözü doğru anlaşıldı mı?

            Ve ben

Başkalarını kınamadan, kırmadan, kayırmadan, karalamadan, kötülemeden, körüklemeden, kıskanmadan, küstürmeden, kişiselleştirmeden, kümeleştirmeden, koyunlaştırmadan, kriptolaştırmadan          , kandırmadan, kadrolaştırmadan, kadavralaştırmadan, kalaylamadan, kalıplaştırmadan, kaliprasyonlamadan, kanunsuzlaştırmadan, köprüleştirmeden, kışkırtmadan, kırpmadan sevebiliyor muyum?

Cevapları uzun zamanlar, uzun ömürler alır katılıyorum. Zaten yapabileceğimiz de bulmak değil aramak..

Turgay Urgur
             

23 Ocak 2011 Pazar

Notlarım.


Hayat bir kitap, okumayan cahil.

En kaliteli dertler paylaşılmayanlar, ışıl ışıl parlayan gözlerin ardındaki damarlarda gezinen sızılar. Ağlayıp, boşalınca bitmesinden ve kaybolmasından korkulan, sahibinden başkasını üzmeyen harbi kederler.

Gözümde yaş oldun ve ben seni ağlamaktan korktum.

Soruların ve cevapların önemini yitirdiği anlar.

Turgay dilinde saygı: Muhatabı olduğunuz kişinin haberi olsa da, olmasa da; ona karşı hissedilen düşünce, söz ve davranışlarda Hakk’ın (Allah) rıza dairesi çıkılmaması. Karşı taraf sizi tanısa da tanımasa da ona saygı duymalısınız. Sizin o kişiye karşı duyduğunuz saygının illa da bilinmesi gerekmez.

Sevgi ise karşı tarafa ister fiili, ister sözlü olsun hissettirilmelidir. Bu bağlamda açığa vurulmayan bir sevgi açmamış bir çiçeğe benzetilebilir. Özünde o da çiçektir ama kokmaz, yapraklarının- şeklinin güzelliği tam manasıyla bilinmez.

Turgay Urgur

Pazar günü 3


Hz. Yakup (A.s)’ın oğlu Yusuf’a olan sevgisinde şefkat öncelikli olandır. Aşk ve muhabbette insan beklenti halindedir, aynı zamanda aşk ve sevginin başkalarının kıskançlık ve nefretini çekme gibi bir özelliği de vardır. Karşılık görmeyen sevgilerde belirli süre sonra maşuktan uzaklaşma hali de olmaktadır. Şefkat ise daha ziyade karşılıksız verilendir. İmam-ı Rabbani’nin Yakup (a.s) hakkındaki sevgi meyilli düşüncesi bu şekilde açıklığa kavuşturulmuştur.  Rahim isminin her şeyi kuşatan büyük tecellisine en güzel örneklerden birisi de hiç şüphesiz insana verilen bu cüzi şefkattir. Biz bunu kendi yavruları gibi herkesin yavrusunu seven annelerde görürüz.

Hz. İsmail’in imtihanı başından sıkıntı geçen tüm diğer Peygamberler gibi ibret verici ve insan olma yolunda öğreticidir. Zorlu çöl şartlarında annesi Hz. Hacer ile hiç pes etmeden yaptığı mücadele ve şeytana karşı vermiş olduğu cevaplar, bizlere zorlandığımız durumlarda nasıl karar vermemiz ve nasıl bir duruş sergilememiz konusunda bizleri aydınlatmaktadırlar. Can ile imtihan zorlu bir imtihandır. Teslimiyet ancak bilinçli olursa bir amaca hizmet eder. Saffat Suresinde “Ey babacığım, sana ne emredildi ise onu yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın, cevabını verdi.”  Günümüz insanı eylem ve söylem arasında farklıklar sergileyen insan tiplerinden epey bir muzdariptir. Peygamberler tarihi ve siyer okumak sağlam duruşlu bir kişilik kazanma yolunda güzel örneklerle doludur.

Nemrud kendisini ilah görmekle mutlu idi. Peki ya emrindeki insanlar ? Can korkusu, mal korkusu, işkence korkusu veya işin diğer boyutu ile rahat yaşama, nefsani yaşama isteği. Yapılana rıza gösterme. Hz. İbrahim ateşlere atılırken seyirci olma gafleti. Keyif ve merak ile bu zulmü izleme isteği. Bakara süresi ayet: Ey müminler ! Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öylesine sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihayet “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” dediler. İşte o zaman (onlara) şüphesiz Allah’ın yardımı yakın denildi. Denge insanı olmak onur ister, vakar ister. Zor durumlarda yerini bilmeyi ve bulmayı gerektirir. Metin Boşnak Hocam’ın ifadeleri ile hem Müslüman hem de Türk olmak iki kere şükür ister. Şükür ise kendi cinsinden amel ister. Hakiki şükürden bahsediyorum.

Bir Pazar günü daha son bulurken bu günden kalan en güzel anı sanırım öğrencilerimle gündüz yapmış olduğum ve feyiz aldığım derslerimizdi. Bir masada edebiyat, tarih ve coğrafyayı bir bütün halinde konuşmak; şu ana kadar yapılan okumaları- pırlanta yorumları dinlemek, karşılıklı fikir alış verişinde bulunmak çok ama çok hoştu. Gelecek gözlerinde pırıl pırıl parlayan, düşüncelerinde ilim ahenk bulan, duygularında ise sevgi büyüyen pek kıymetli gençler. İyi ki varsınız. İyi ki sizleri tanımışım.

Turgay Urgur

21 Ocak 2011 Cuma

Aşk


İbrahim’in atıldığı kor,
Eyyub’un dilindeki duadır aşk.
Yunus’un kalbindeki güven,
Hacer’in sabrıdır aşk.

Mekke sokakları ardından hüzün ile bakarken,
Medine’nin açtığı kucaktır.
Muhacir başını öne eğerken,
Ensar’ın göz yaşıdır aşk.

Secdesinde bir ana ağlarken,
Şehidin son sözleridir aşk.

T.urgur

Başkaldırı 2 (devam)

Bu yazım başkaldırı isimli yazımın devamıdır, 1.bölüm bloglarda mevcuttur.

Başkaldırı bir başka ifadeyle pratikteki görsel uygulamasıyla  başı öne eğmemektir. Yani insan olarak ‘ben varım’, ‘konuşurum’, ‘düşüncemi söylerim’ demektir.  İnsanın kendisine sunulan düşünce eğer idrakine çarpıp soru işaretleri oluşturuyor ve eleştirilmeyi, değerlendirilmeyi gerektiyorsa insan bunu ‘başkaları ne der?’ kaygısı yaşamadan mutlaka dillendirmeli. Hz. İbrahim’in babasına ve yaşadığı topluma karşı göstermiş olduğu başkaldırı bunun en güzel örneklerindendir. Putlar yapıp daha sonra bunları satan bir ailenin çocuğu olan Hz İbrahim babasının yaptığı putları çarşıya boyunlarında birer iple sürüyerek götürmüştür. Babası kendisine putlara tapınma yolunda telkinde bulunduğu zaman ve ailesini terk etmekle tehdit ettiğinde de yine HZ. İbrahim çizgisini çizmiş ve söylemesi gerektiğini söylemiştir. Aynı şekilde o zamanın insanları kendilerine yıldızlardan birer ilah edinmiş olduğu halde Hz. İbrahim benim ilahım yanıp sönenler olamaz diyerek topluma karşı da sözünü esirgememiştir. Herkes eğlencede iken putları baltayla yerle bir edip daha sonra baltayı en büyük putun omzuna koymakta ayrı bir bilinçli başkaldırı örneğidir. Tabi bu olayda başkaldırı ile karşı taraftaki insanların düşünceleriyle kendilerini mat etmek gibi ince bir detayda vardır. Aynen buna benzer diğer bir örnekte hiç şüphesiz Peygamber Efendimizin “Vallahi güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar, bu davadan vazgeçmem” dediği ifadelerinde mevcuttur. Yıllar sonra arkasından akın akın gelen sahabilerinde de aynı dik duruş ve başkaldırıyı görmekteyiz. Sad bin Ebi Vakkas inancı ve ailesi arasında inancını tercih etmiştir. Annesinin ‘aç kalırım’ demesine karşı o kesinlikle duruşunu bozmamıştır. Mekkede müşriklere karşı ilk dik duruşu sergileyenler arasında da ön sıralardaki yerini hemen almıştır. Örneğin bir tartışma da müşriklere eline geçirdiği bir kemik parçasını atmış ve Allah adına ilk kanı döken olmuştur. Sad Bin Ebi Vakkas Mekke döneminde türlü haksızlıklara, işkencelere uğramıştır ve bu olaylar onu kesinlikle duruşundan geri çevirmemiştir. Yakın tarihin en güzel ve iz bırakan örneği de hiç şüphesiz asrın düşünce ve aksiyon insanı Said Nursidir. Bir hayat eğer baştan sona onurlu ise ve zor olaylar karşısında çizgisini bozmuyor ise işte ‘o hayat’ ve ‘öyle hayatlar’ ayrı bir kıymete sahiptir. Kelleler torbada iken “Zalimler için Yaşasın cehennem” demek çok ama çok önem kazanır. Siz bu sözü az kişinin veya size zarar vermeyecek insanların yanında çok rahat bir ruh hali ile söyleyebilirsiniz. Lakin ölüm ve yaşam zalimin iki dili ucu arasında iken bunu söylemek başlıbaşında ‘bir biliçli başkaldırıdır’. Rus komutanı askerlerinizi birer birer öldürüyor iken silahın önüne geçip gözlerinizi namluya dikmek ve ölümü bir kavuşma vesilesi olarak düşmanın yüzüne vurmak bir başkaldırıdır. Böyle bir onurlu hayatın çiçekleri şimdilerde sadece bu memleketin dağını, ovasını, şehrini, köyünü süslemekle kalmadı aynı zamanda tüm dünyaya tohumlarını Barekallahlar, Maşaallahlar ile saçtı. Gören ve İz’an sahibi gözler buna şahittir.   

Devam edecek.

Turgay Urgur      

19 Ocak 2011 Çarşamba

Kendi kalemimden 2

Hayatım
Gizli defineleri açan anahtarların mahzeni,
Esma-ül hüsnanın cilvelerinin bir firhistesi,
Kainatın hakikatlerine bir ölçü,
Hayy-ı Kayyuma ait isimleri bilen, bildiren, anlayan bir hikmettir.

Böyle bir tarif var iken hala hayatın anlam ve mahiyetini sorgulamaya ne gerek vardır. Hayat doğru okunmalı, doğru işlenmeli ve neticelendirilmeli. İdeolojik yaklaşımlar düşüncelerin ve duyguların önünde bir perde olamamalı. Felsefenin şişe camları gibi kırılan gerçekleri, elmas kıymetindeki Hakikatlara tercih edilmemeli. İşte o tür perdeli düşüncelerin sonu. Hali hazırdaki Avrupa’yı ahlaki çöküş bağlamında görüyoruz. Çalışmaktan ve okumaktan gelen gelişmişlik kısmını da ayırdığımızı ayrı yeten belirtelim. Lakin gün olacak inşallah bu millet yine ülkeler dengesindeki yerini alacaktır. İnanıyorum ki bu da yine İnançlı, çalışkan, dürüst, milletine ve tarihine bağlı Türk insanları tarafından sağlanacaktır. Gençlerimizdeki okuma aşkı, tarihlerini yeniden sorgulama düşüncesi, dillerindeki güzel sözler ve hayatlarına geçirdikleri HZ. Muhammet kokan soluklar bunun en büyük delilidir. Artık Hz. Ömer’in adaleti, Ali’nin ilmi, Ebubekr’in sadıklığı pırıl pırıl gençlerimizin hayatlarına birer model olacak. Yakın zamanda düşülen hatalara şimdiki gençler düşmeyecek. Onlar düşünce bakımından Fatih gibi Eski Yunan’ın felsefesini masaya yatıracak kadar kapsamlı, Yavuz gibi dar zamanlara çok işleri sığdırabilecek kadar programlı ve Kanuni gibi uzun zamanlar bu millete hizmet edebilecek kadar  çalışkan olacaklar. Birbirlerini kesinlikle kınamayacaklar, ayırmayacaklar. Hepsi de birer beyefendi ve hanımefendi olacaklar. Çünkü onlar şu anki yaşantılarının ileride kuracakları yuvalarının alt yapısı olduğunu ve şu an sergiledikleri, geliştirdikleri davranışların aslında gelecek günlerin hazırlığı olduğunu gayet iyi biliyorlar. Ne mutlu bana ki böyle pırıl, pırıl gençlerle birlikteyim. Onlardan enerji alıyorum.
Turgay Urgur  

Orwell’ın Türkiyesi.

Orwell; “dünyayı yıkmaya katkıda bulunan, uluslararası ölçekteki spordur. Tek kazancı, siyasal prestij ve mali çıkardır” diyor.  Bazen bu çıkarlarda fiyasko ile sonuçlanabiliyor değil mi? Geçenlerde gördük. Milletin parasıyla stat yapmak bazen organize(!) tepki görebilir.
Orwell’a göre özgürlük yazıyla ilintilidir ve özgürlüğü yok etmek isteyen bürokratlar kötü konuşur, kötü yazarlar; anlamın, bütün anlamın kaybolduğu cümlelere sığınırlar.
BÜYÜK BREDER’E DUYULAN nefret bazen hayranlığa dönüşür bu ülkede. Dayak yemeyenler hayran, yiyenler kızgındır ona. Yani bu sevgi dayak yemekle ilintilidir.
Günlüğü sonunda küle, kendisi buhara dönüşecekti. Yazdıklarını yalnızca Düşünce Polisi okuyacak ve sonra yeryüzünden silecekti. Son zamanlarda buharlaşan epey bir günlük oldu herhalde. Yağmur olup yağmasa bari…..  
“Geçmişi denetleyen,” diyordu Parti sloganı, “geleceği de denetler; şu anı denetleyen, geçmişi de denetler.”  Anlaşılan biz de geçmiş pek fazla denetlenmemiş.

Turgay Urgur

16 Ocak 2011 Pazar

Pazar günü 2


Hastalıklarına, sıkıntılarına ve sorularına cevap arayan Esma-ül  Hüsna da  gerekli şifaları bulur. İlimlerinde Allah’tan bahsetmeyenlerin davranışlarına değil anlatmaya çalıştıkları ilimlere kendi gözümüzle bakmamız gerekir. Çünkü o ilimler bize Allah’ı anlatacaklardır.

Dünyada her şey fazlası ile cismanidir ki cismaniyete bu kadar önem verilmesi cismani bir haşrin varlığına büyük bir delildir. Maddi çerçevede insanın birçok duasına cevap veren Yüce Allah hiç şüphesiz insanın sonsuz yaşama isteğine karşı ilgisiz kalmaz. Onun bu beklentilerini karşılıksız bırakmaz. Bu manada dünya hayatındaki hiç durmayan varlık süreci buranın ahirete bir fidanlık olduğunun gayet açık bir delilidir.

Kuranı okumak insanları ruhsal sıkıntılardan korur. Allah’ı anmak kalbin gıdasıdır. Peygamber Efendimiz altın bir bilezik alan kızı Fatıma’ya 33 defa Allahü ekber, 33 defa Sübhanallah ve 33 defa elhamdülillah demesini öğütlemiştir. O da kendinden bekleneni yapmış elindekini satmış ve aldığı para ile bir köleyi azad etmiştir. Dünya malına nerede nasıl değer verileceğine en güzel delil herhalde budur.

“Bismillah her hayrın başıdır.” diye başlayıp ve insanın hayatına bereket getiren Sözler bu zamanın tüm sıkıntılarına ve her şeyden önce imanların tahkiki olmasına çok güzel birer vesiledir. Hem akla yakınlığı, hem ülfet perdelerini yırtması hem de ikna etmesi ile her Müslüman’ın hayatına yön verme kabiliyetindedirler ve bence öncelikli okunması gerekenlerdir. Çünkü bu zamanda tat vermeyi bir kenara bırakalım kafa karıştırmaktan başka bir iş görmeyen bir çok zaman alıcı çöp bilgi vardır. Zaman ise çok değerlidir. İnsan yeme ve içme gibi hayatında okuması gerekenleri de önem sırasına koymalı, ona göre okumalıdır. Okumak aynı zamanda ‘hayatı okumaktır.’ Hayatı okumak güzel ve doğru kaynağından olmalı.

Sanat-ı Rabbaniyeyi göremeyen insanlar başımıza sanatkar kesildi. Ucube olan heykelleri değil kendi ruhları. Estetik arayan kainattaki güzelliğe bakmalı ve “gölge etmemek” maksadıyla da bu mükemmel, kusursuz tabiat estetiğine yakışmayan betonları dağa taşa dikmemeliler.

Turgay Urgur

15 Ocak 2011 Cumartesi

Felç 4


Ellerim titrer,
Bu satırlarda.
Hayran olduğun yazım,
Anlaşılmaz.

Gelemez miydin?
Dediğin günler.
Gel dediğin günler,
Bir bağbozumu dediğin.

Hastane koridorlarında,
Nöbetlerken.
Umut ile korku,
Acilde ölüm oynaşırken.

Bir çocuk çığlığı,
Annesinin duasına karışır.
Beklemek ile gitmek,
Yarışır.

Saatlerin sesi,
Serum damlasında.
Ne geçer ne geçmez,
Bakışlarında.

Yorgunluk,
Aşktan ve nöbetten.
Kızgınlık,
Zamandan ve benden.

Arzu ve günah,
İki narkozlu uyuşuk.
Elinde neşter,
Keser, biçer.

Kan kaybeder,
Çocuk, gün ve takvim.
Nefret ile isyan,
Karışır.

Bir doğum, bir ölüm.
Her kat ayrı.
Ayrı beden,
Anlasana.

Merdivenlerde günün yorgunluğu,
Şimdi yavaş adımlar.
Her ses anlaşılır,
Şimdi yorgun bakışlar.

Bir felç,
Bundan sonrasında.
Tiyatral şov,
Büyüme sahnesinde.

Turgay Urgur

Yağmur



Bir akşamüstü herkes ve güneş evlerine gitme telaşında iken birden yağmur başladı. Kararan bulutlar misafir oldu sokaklara. Yağmur hızını arttırmaya başladı. Bir köşeye sığınırken aklıma sen geldin, yalnızlığım geldi. Kendi kendime bu kuytu karanlık yerde beni kim duyar dedim? Kim görür dedim? Bir sağa, bir sola baktım. Uzayan sokakta koşmaya başladım. Arkamdan 'ben' geliyordu. Sokak lambaları her yağmur damlasına girmişti. Simsiyah yolun üzerine durmadan düşüyorlardı. Evler ile aramda hem var hem de yok olan pencereler vardı. Pencerelerden süzülen damlalar da simsiyah yola düşüyorlardı. Camların ardından konuşuyordun ama ben seni duymuyordum. Sen beni görüyordun ama ben seni göremiyordum. Kulaklarımda sadece yağmurun sesi vardı. Başka hiçbir şeyi duymuyordum. Yüzüm, ellerim ıslandı. Kirpiklerim buna alışıktı. Hızlıca koşuyordum. Arkamdan sen geliyordun.  Islandım, üşüdüm. Bir kuytu yere daha vardım. Burası daha karanlıktı. Bir nefes, bir çisilti olmuştu. Bir nefes, bir damla olmuştu. Sokak lambalarının sonu ile şehir son bulmuştu. Geride koskoca bir şehir ve biz kalmıştık.

Turgay Urgur.



13 Ocak 2011 Perşembe

Kendi Kalemimden

Sorumluluk almadan şikâyetçi ve istekçi olmak en kolayıdır. İnsan önce kendi yaptıklarına bakmalı ve diğer insanları ona göre değerlendirmeli. Hak, hakikat bunu gerektirir. Bunları pratikte yaşamadan senin takınacağın her kimlik gerçekten uzak olacaktır.

İnsanları size verdikleriyle değerlendirin. Vefa konusunda vicdan, söylenti ve karalama zihniyetinden daha sadıktır. Önce vicdanınıza sorun. O da bozulduysa artık, her türlü söylem sizin ağzınızdan çıkabilir.

Çirkefleşmenin bir başka boyutu da kendi yanına adam çekmek, herkesi haksız olduğunuz konularda bile haklılık oluşturmak için kendiniz gibi düşünmeye zorlamaktır. Bu iş belirli süre sonra baskı kurmaya, itiraz edenleri dışlamaya gider. İz’an ve yüksek adalet duygusu gelişmiş insanlar böyle benlik yiyicilere karşı her zaman dik durmasını bilirler. İnsanın kalitesi işte böyle zor durumlarda ortaya çıkar. Yani çevresine ve olaylara karşı almış olduğu tutumuyla.

Bir birey işi olunca başka, işi bitince başka oluyorsa;  o kişi artık birey değil egosunun maskarasıdır. Böyle kişilerin bir özelliği de selam alıp vermeyi ve gülümsemeyi önce bir araç sonra bunları bitirerek birer silah olarak kullanmayı kendilerince büyük bir marifet saymalarıdır. Malumunuz birincisi yalakalık, ikincisi de nankörlüktür.

Bir insan çalışmadan diğerleri ile aynı şekilde ödüllendirilmeyi, çalarak seviyesini yükseltmeyi kendisine özellik edinmiş ise o kişi artık kul hakkı ve adalet gibi kavramların çok dışında kalmıştır. Yalnız toplumun bu tür insanlardan bir isteği vardır o da takiyye yapmamalarıdır.

Hak arayışında haksızlık yapılmamalı.

Yüz yüze derdini anlatmayan insanlar kapalı kapılar ardında vaiz kesilirler. Plan yaparlar, mahkeme kurarlar ve ceza keserler. Kendi hatasından korkmak işte böyle bir şeydir.

Turgay Urgur


9 Ocak 2011 Pazar

Pazar günü

Zaman-ı mazi ve müstakbel arasında bir seyyahtır insan, enesini arar. Bulduktan sonra ya ona mağlup olur ya da onunla kendisini bulur. Tercih kendisine aittir. Çünkü onda akıl, kalp ve ruh vardır.

Felsefenin girdaplı dehlizinden yine tedbir, tevekkül ve dua ile çıkılabilir. O zaman akıl ve ruh birbirine yol gösterir. Tefekkür ile boş düşünme arasındaki fark işte budur. Birisi dünya saadetini arzular diğeri sonsuz bir hayatı. İnsan gerçek değerini ancak böyle bulur.

Dua bir kulluk belgesidir. İnsanı insanlık hüviyetine sokar. Duasız insan varlık içindeki kördür. Dua ile insan başkaları hakkında da haberdar olur, bir Müslümanın diğer kardeşine en içten hediyesi duadır.

Bir ülkede tarih okutulmuyorsa, gelecek yazılamaz. Yanlı bir tarih zamanla şehir efsanesi olur.

Okumak ve yazmak arasındaki bağ, düşünmek ve düşündüğünü yaşamak arasındaki bağ gibidir. Gerçeği yazamayan düşündüğünü yaşamıyor demektir.

Gün, gece, doğa, canlılar, dünya. Hepsinde ayrı bir intizam. Böyle bir varoluşta intizamsızlık hiçbir şey veremez.

Paylaşmak ayrı bir insani vasıftır. Paylaşmanın bir özelliği de diğer insani vasıfları etkileme gücüdür. Bu zamanın insanı neleri paylaştığına yeniden bakmalı. Paylaşmak eğer pay almakta kaldı ise onu vahşi doğada daha iyi gözlemleyebiliriz ki onda bile hassas ilahi bir denge vardır. Paylaşmak ve satmak arasındaki fark: birisinin karşılıksız olmasıdır.

İbadet ile insan Allah’a yakın olur. İbadet ile doğru yolda olmak istediğini ifade eder. İbadet ile kendisiyle yüzleşir. İbadet aynı zamanda hatalardan geri dönmektir. İbadet eden başkasını üzmemeli, hakkını çalmamalı ve önce kendisine bakmalı.

Öğrenmek ve üretmek birbirine muhtaç iki mefhumdur. Tek başlarına sadece isimleri kalır.

Dinlemek ile dinliyor gibi gözükmek. Konuşmak ve konuşuyor gibi gözükmekle kardeştir.

Turgay Urgur

8 Ocak 2011 Cumartesi

Hasbihal 6

Bir şiir yazdım ikimiz için,
Birbirini çok seven iki genç var.
Yan yana huzur buluyorlar,
Ayrı ayrı özlem çekiyorlar.

İnsan bu kadar mı sever?
Ne büyük bir aşktır bu.
Ne bir kötü söz,
Ne de kem göz.

Bir ömür için söz vermişler,
Kimseyi dinlememişler.
Ölsek bile beraberiz demişler,
Hiçbir şeyden korkmamışlar.

El açıp dua etmişler birbirlerine,
İnanmışlar yürekten.
Sevmenin de bir nimet olduğuna,
Şükür etmişler.

Birbirlerini hep Yüce Allah’ın hediyesi gibi görmüşler,
Kırmamışlar, aldatmamışlar.
Helal ve haramı,
Karıştırmamışlar.

Önce kulluk demişler,
Sonra huşu ile eğilmişler.
Öğrenmişler doğruyu,
Yalan nedir bilmemişler.

Herkes güvenmiş onlara,
Sözlerine ve davranışlarına.
Sevgi ve saygı ile gitmişler,
Dost ve akrabalarına.

Ana, baba, kardeş,
Kıymetini bilmişler.
Üzmemişler,
Boş işlerle.

Çocuklarına Peygamberlerini,
Kitaplarını öğretmişler.
Her şeyden önce,
Yaşayarak örnek olmuşlar.

Bir şiir yazdım ikimiz için,
Gerçek olsun diye.
Dua gibi, niyaz gibi,
İçten olsun diye.

Turgay Urgur


7 Ocak 2011 Cuma

İlgilisine


“Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tevekkül etmek için gelmiştir (BSN)”  Buradaki ilimden kasıt nedir? Bu eserler hakkında bilgi bakımından gayet donanımlı olan ağabeylerimiz, kardeşlerimiz bu kısımları nasıl yorumluyor acaba? İşin aslını sormak gerekirse; o da şu: bu kıymetli eserler okunurken özellikle bazı bölümler mi seçiliyor? Yoksa eserin büyük bir çoğunluğu uygulamadan uzak olarak mı okunup, okutulup, yazılıyor? Çünkü ben işin çoğu zaman ‘uhuvvet’, ‘kadirşinaslık’, ‘samimiyet’ ve ‘ilmi’ yönlerinin uygulama alanlarından uzak olduğunu düşünüyorum. Lâakal 15 günde bir gün okunsa da, herkes kendisine yakın olanla kardeş. Kusurunu görmediği nedense aynı meşrebin içinde yer alıyor. Çünkü başka yerde olmak “Büyük Kusur” ve görülmesi gerekiyor. Yani kardeşler, ağabeyler aslında kendi içinde çoktan ayrışmışlar ve bu ayrışmada (insanların yaptığı, çok değil birkaç insanın) benim bilemeyeceğim Hikmetler de var. Ama yine de mutlu ve bahtiyarız çünkü herkes bir şekilde hizmet ediyor. Kendisinin yine kendisine çizdiği ve başka çizgilerle buluşmama konusunda hassasiyet gösterdiği dairenin içinde çalışıyor. Lakin yine de kardeşiz, onlarda kardeşimiz, bunlarda, şunlarda. Yaşasın herkes kardeş.  Bu arada ilmi yönden yapılanları da halen merak etmekteyim. Haklısınız rahatsızlık verecek bir yazı. “Tembellik döşeğinde gaflet uykusundaki (BSN)” rahatı bozacak kadar rahatsızlık edici. Kardeşim ! İnsan hem Kur’an okuyup, hem Sünnet çalışıp kendisine yakın olması gerekenlerden nasıl bihaber yaşar? Bütün yollar aynı yere çıkıyorsa diğer yolun yolcusuyla neden hiçbir zaman aynı yerde buluşmaz? Neden mi ? Çünkü diğer alanın çekim gücü onun kapsama alanını bozarda ondan. Gün gelir gizli buzlar da erir. Ne diyelim gayri. Gün gelir inşaallah “İhlas” da öğrenilir.

T. Urgur




6 Ocak 2011 Perşembe

Film


Ağır çekim bir film,
Sahnenin ortasında gözleri kapalı Ben,
Dokunup kaçan eller.
Işık, kostümler; bilmem kaçıncı çekim,
Hava soğuk.
Yazılmış bir senaryo,
Motor.


Aynı oyuncu,
Bazen iyi roller, bazen kötü roller.
Bu sahnede ölüm gerçek değil,
Gülmekte, sevmekte.
Film arasında yaşananlardan ibaret her şey,
Yani kendi haline bırakılmış zamanlar.

Her filmin bir adı var, baştan sona özetleyen.
“hayat” neden olmasın?
Ya ölüm? Aynı filmin adı.
Başrolde ben,
Hani başrol en çok konuşandı,
Neden çok “sus” var?
Susan, dinleyen, sürekli bekleyen bir başrol.

Ağır çekim bir film,
İçerisinde birden fazla dönüm noktaları.
İyi başlayıp kötüleşen, kötü başlayıp iyileşen durumlar yani.
Ama çok. birden çok, garip.
Bir yanlışlık var.

Ağır çekim bir film,
Her şey ağır.
Düşünceler, davranışlar, konuşmalar.
Misafir oyuncular filmin her sahnesinde.
Okunmadan gelinen senaryo.
Her ses ayrı, her ses yabancı.

Yakın çekim sahneler yok.
Kimse hazır değil. Belki de iyi değil.


Ağır çekim bir film, kısalığının fark edilmediği.



Turgay Urgur 

5 Ocak 2011 Çarşamba

Söylem


Günümüz insanı düşündüğünü söyleyemez hale geldi. Çünkü hayatlar doğal olması gereken yapılarının dışına çıktı ve insanlar aynen bir tiyatro ya da sinema oyuncusu gibi farklı karakterleri oynamaya başladılar. Bu nedenle de gerçek ve gerçek olmayan karakter çelişkileri hem bunu oynayan insanları hem de onları izleyen ve benzer oyunları oynayan diğer oyuncuları şaşırttı. Artık bu zamanın geçerli dili düşündüğünü söylemek yerine ‘geçerli olanı’ söylemek şekline dönüştü.

Geçerli olan söylemler arasında en revaçta olanları veyahut pazarlananları; karşımızdakini ikna edebileceğimiz yeterli kültür ve birikime sahip olmadığımız ya da alt edilme hezeyanını yaşadığımız zaman “İnsanları olduğu gibi kabullenmek.”

Verebileceklerimiz bittiğinde ve kendimizden umudumuz kesildiğinde “Bu kadarı sana yeter.”

Kendimiz zaten söylediklerimizi yaşamaz iken ve ahkâm babından konuşmalar da çıkmaza erdiğinde “Herkesin yaşantısı kendisine kalmış.”

Evde eş, çocuk bizde neden yok diye diye her gün içten içe aileyi kemirirken komşudakine  “Ben dünkü halini bilirim, nereden geliyor bu değirmenin suyu demek.” Suyun başına geçtiğinde de bazen içinden bazen dışından “sıraya geçin” demek.

İşin başka bir boyutu da söylemek ve bilmek, bilmek ve yaşamak arasındaki vazgeçilmez bağlar. “Bilmeyince de söylemek”, çok bilmeyenin yanında neden yürümesin ki?  Nasıl olsa ‘bir bilen’ yok. Biliyorum diyenin de kaynağı yok. Biliyorum diyen, kaynağı olanında uygulamaya gönlü yok. Sonra iş “İmamın dediğini yap, yolundan gitme” ye dönüşüyor. Yani toplum arkasında durduğu imam için bile kendisi ile gerçek hayatta bir bağ kuramıyor. Bu bağı güvenli görmüyor. En büyük etken ise eylem ve söylem arasındaki farklar. Toplum şimdilerde içi dışı bir, olduğu gibi görünen insalara her zamankinden daha çok muhtaç. Batının ve doğunun daha bir özenle okunması gereken bu günlerde birey de kendisini bilgi ve davranış çerçevesinde yeniden konuşlandırmalı. İhmal ettiği ve yanlış bildiği geçmişi hakkında iyi bir revizyon yapmalı. Artık taraftar tarihçiliğinden ve münakaşa avukatlığından sıyrılarak olayları ve kişileri üçüncü bir şahıs olarak değerlendirmeli. Batıllaşmış tevatür ile hüküm vermekten bir an önce sıyrılmalı.Kaynak ve asıl olanı kendisine refarans edinmeli.


Turgay Urgur  


2 Ocak 2011 Pazar

Hasbihal 5


Asıl ve nur olanı arayan insan,
Yola düşer.
Her şeyden önce,
Münezzeh ve mualla olanı ister.

İlerledikçe Rahmanirrahim’in
Cilvelerini görür.
Berzahtan Haşre giden yolda,
Sünnet-i Seniyye ile selamet bulur.

Kabre yaklaştıkça,
Bir harfe on, yüz, bin sevap veren;
Kuranı dinler. Daha da çok dinler.
Dediklerini yapmak ve yasaklarından kaçmakla,
Huzur bulur.

Huzur veren imandır ona ancak,
Kalbi onun ile dinlenir.
Acz ve zayıflığı ona ışık olur,
Kendini bulur.

Fani süslerle aldanmaz,
Onlarla kendini kaybetmez.

Turgay Urgur

1 Ocak 2011 Cumartesi

Aforizmalarım

Bu güne yazılanlar.

Ruh kararınca, bakış safiliğini kaybeder.
Vefa ‘vefa’ olması için karşılıksız olmalı.
Zamanın bir şeyleri değiştirmesini bekleme, kendin değiştirebiliyorsan değiştir.
Okumak demek anlamak.  Anlamak demek anladıklarını yaşamak.
Konuşma karşılıklı olandır.
Bugün kendin için ne yaptın ki Allah rızası için yapasın.
Cami soğuk, cemaat üşümüş o da soğuk.
Ön yargıların olduğu yerde, ilerleme olamaz.
Sevmen gerekenler, saygı duyman gerekenler, uzak durman gerekenler bunları geç olmadan belirlemelisin.
Öğrencilik bir iştir, herkesin iş kalitesi farklıdır. Kaliteyi arttırmayan başarılı olamaz.
Kötü söz, zamanla kötü fikir ve kötü düşünce olur ki aslında burada kötüleşen insandır.
İnsan ruh ve bedenden oluşur. Her ikisinin ihtiyaçları, gıdaları ayrı ayrıdır. Varlıkları birbirlerine bağlıdır bu yüzden her ikisini de beslemek gerekir.
Başkasının yazdığını yazan, kendisi değildir. Enayi bir hizmetçidir.
Ne olursan ol, ‘kendin’ ol.
Başarılı insanın taviz vermedikleri vardır.
Bu millet kendi yazarını, kendi ülkesinin insanını tanımadan kendinsin bulamayacaktır.
Yeni yıl sanmaki yeniliktir. Yenilik yaptıklarındır.

Turgay Urgur

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...