27 Nisan 2016 Çarşamba

ULAK 1


Bir gün köyün birisine ulak gelir. Yorgundur, lakin daha gitmesi gerekseydi gideceği yere kadar onu götürecek kuvveti ve sabrı vardır. Aradığı yer bu köydür.
Köy meydanında sorar: Hacı Ariflerin Ahmet’i arıyorum. 

Köylülerden  bir ihtiyar: Hele yorgunsundur, biraz dinlenseydin. Hayırdır? Kimsin? Necisin?
Ulak: Ona bir emanetim var. Bana yerini söyler misin? Duracak zamanım yoktur.

Konuşmayı dinleyen köylüler merak ederler. Usul usul kulak kesilirler. İhtiyar ısrarcı olmaz, onun evini tarif eder.

Üç gün sonra Hacı Ariflerin Ahmet köy meydanına çıkar. Köylüler hemen etrafını sarar. Üç gün boyunca köyü öyle bir merak sarmıştır ki anlatılmaz. Gencinden ihtiyarına, erkeğinden kadınına, çocuğundan delikanlısına  herkes üç gündür Ahmet’i beklemektedirler. Çünkü bu zamanda beyaz bir at ile başında bir sarık, dalyan mı dalyan bir genç kim olabilir? Ahmet’le ne işi vardır? Köylü için en önemlisi de ne getirmiştir?

Aynı İhtiyar: Ahmet! Hele anlat bakalım, merak ettik üç gün önce gelen misafirin kimdi? Sana ne getirmiş? Bir çayımızı iç dedik; ama çok acelesi vardı bekletmedik.

Ahmet gömleğinin içinden bir kâğıt çıkarır ve ihtiyara verir.
İhtiyar önce Ahmet’in yüzüne sonra elindeki kâğıda bakar. Yan masalardakiler boş mu durur, hemen ihtiyarın yanına gelirler. Kağıdı açmasını dört gözle beklerler. O an köyde zaman durmuştur. Üç gün boyunca tüm köyü meraktan söyleten, akla türlü türlü düşünceler getirten, insanları işten, oyundan alıkoyan sır az sonra meydana çıkacaktır.

İhtiyar katlanmış olan kâğıdı açar ve bakar: Beyaz bir kâğıdın ortasında yukarıdan aşağıya çizilmiş bir çizgi.

Enteresan bir adamın getirdiği kâğıttaki ince çizgi ne ifade ederdi ki?

“Bu zamanda epey bir kalınlaştınız eee artık incelmenin zamanı geldi.” mi?, “Gururlanma sen de bir gün öleceksin.” mi?, “Al işte bir gün daha boşuna geçti.” mi?, “Varlık deryasında toprağa tutunmuş ahirette dal budak salmayı umut eden ince bir Elif.” mi?

Fikirlerden merak ile umursamazlık, aşk ile nefret, acele ile sabır, cüz ile küll, varlık ile yokluk, haya ile riya, açlık ile tokluk, edep ile debdebe geldi de geçti geldi de geçti. Geldi de geçti. Tutunacak yer bulamadı.

Hem neden at ile gelmişti ki? Türlü, türlü vasıta vardı. Hem gelmesine de gerek yoktu. Mesaj vardı, telefon vardı, mail vardı, facebook, twitter vd vardı.  

En iyisi mi Ariflen Amada soruverem. O bize değivesin de biz de bu dertten kurtuluverem gari değvediler.

Ahmet onların önce iyice etrafına yerleşmelerini, her işi bırakmalarını ve dinlemek için hepsinin hazır olmasını bekledi ve dedi ki:

Ahmet köylüler etrafına yerleşince söze başlar,

Dün gece rüyamda eski Yunan mitolojilerindeki tapınaklara benzer bir yerden akşam vaktine doğru üç tane rahip çıktı. Öyle telaşlı ve aceleci tavırları vardı ki etraflarındaki hiçbir şeyi fark etmediler. Birisinin yüzü epey bir asık, diğer ikisi ise epey bir düşünceliydi. Hızlı hızlı adımlarla şehir meydanındaki tiyatroya doğru ilerlediler. Koruma muhafızları onların bu telaşlı hallerini görünce tiyatronun kapılarını daha bir çabuk açtılar. Onları büyük bir sabırsızlıkla beklemekte olan halk, onları görünce sevinç çığlıkları attılar. Biraz sonra sevinç çığlıklarının yerini sessizlik kapladı, herkesin gözü rahiplerdeydi.

Rahip 1. Ey Zeus’un evlatları, kral Oidipus’un halkı ! Biliyorsunuz şehrimizi 1 yıldır kuşatan veba, kuraklık ve sis bulutu hayatlarımızı yaşanmaz kıldı. Biz yıllardır bu felaketin nedenini hep kahin Ikanbaya sorduk ve dedi ki:

Bu derdin çaresi: Herkes günahını terk edecek.

Rahiplerden diğeri söze başladı: Bilirken susmak bir günahtır çünkü insan sadece kendisi değildir. Haksızlığı istememek öncelikle başkalarının haklarını gözetenlerin olsa gerektir. Doğru düşünmemekle insan kendi kaderini yıkar. Theseus’un annesi Aithra’nın dediği gibi “Suskun kalmamalıyız çünkü sonra şimdiki suskunluktan daha çok acı çekeriz. Doğru bulduğumuz şeyi zor olsa da söylemeliyiz.” İnsan yasaları koruyabildiği sürece insanları da kentlerle birlikte koruyabilecektir. Yönetimi eline geçiren yasayı da kendine göre tutmamalı ve yasa insanlara göre değişmemeli ancak insan yasaları insanlar için değiştirebilmelidir. İnsan bunları söylediği zaman mı yücedir yoksa sustuğu zaman mı? İşler iyi gidince kötüler daima mutlu olacaklarını düşünerek sorumsuz davranmaya devam ederler ta ki iyiler seslerini duyuruncaya kadar. İnsan zahmet çekerek asıl değerini bulur. En büyük zahmet düşünmek ve düşündüğünü söyleyebilmek olsa gerektir.     

Rahip konuştukça sesler antik tiyatronun basamaklarından adeta artarak yükselir. Dinleyiciler diğer rahibin söyleyeceklerini duymak için kendilerini hazırlarlar.

Son rahip söze başlar:


İnsanın elinde tuttuğu iradesi gayet cüzi olmakla birlikte, insan tabiatında bulunan fenalığa olan meylinden dolayı zararlı işlere girer ve bunların sonucunda bir bedel öder. Hatalar büyürse ve insanlar tarafından normal sayılmaya başlayınca felaketlere kapı açar. İyilikler ise  Varlığın apayrı birer ispatıdırlar. İyilikte insanın iradesinden öte Külli bir irade vardır. Ama insan bu iyiliklere iman, arzu ve niyyet ile sahip olur. Kötülerin ölmesinden kimse rahatsızlık duymaz lakin iyilerin ölmesinden sadece insanlar değil aynı zamanda kainat ta üzüntü duyar. Çünkü kainatın ve varlığın anlamı onlar tarafından bilinmekte ve beğenilmektedir. Küfür içinde olanlar gibi onlar kainatı başıboş, manasız ve faydasız görmezler. Nihayet tüm canlılar ölecektir ve başka bir hayat için sadece bu dünyada yaptıkları iyi işler bir anlama sahip olacaktır. Şuurlanmak  için insan kendini sorguya çeker, hatalarını itiraf eder, tekrar yapmamak için gayret eder. Bilge insan odur ki hatasını bilir, görmezden gelmez. Nasıl ki bu büyük tiyatronun içerisine girmek için birden fazla kapı vardır aynen öylede doğruluk için insanın önünde her zaman birden fazla yol vardır. Bazen insan kılığındaki şeytanlar açık kapıları kapalı gösterir, göstermek isterler. Bunun nedeni onların doğruluğu ve iyiliği istememelerindendir.

Ahmet rüyasını anlatmaya devam eder…

Birden rüyamda fark ettim ki bende o şehrin insanları gibi onların arasında rahipleri dinliyorum. Etrafımda benim gibi binlerce insan var. Nedense hepsinin yüzünde rahipler konuştukça pişmanlık ifadesi yer aldı. Şehirde gün batmak üzereydi. Rahipler konuşmalarını bitirince tiyatrodan ayrıldılar ve halk ta onlarla birlikte yavaş yavaş evlerine gittiler. Biraz dalmışım, bir de ne göreyim koskoca tiyatroda sadece ben kalmışım. Meydana indim. Başım göğe doğru, ellerim açık kendi etrafımda dönmeye başladım. Güneşin kızıllığı devasa sütunların arasında karanlıkla köşe kapmaca oynuyordu. Birden tiyatronun büyük kapısı yine açıldı. Uzaklardan ardında toz bulutu ile bir atlı doludizgin yanıma geldi. Başında bir sarık, yorgun ama daha gidecek yeri olsa onu götürecek kadar sabrı ve kuvveti var. Önce atıyla etrafımda döndü. Durdu. Atından indi. Elbisesinin içinden bir kağıt çıkardı ve bana verdi.

Katlanmış olan kâğıdı aldım. Açtım bom boş bir kâğıttı. Bana kâğıdı veren kişi bunun benim için bir emanet olduğundan başka bir şey söylemedi. Binlerce kişiyi içinde barındırabilen, birçok oyunun sergilendiği, uzun uzun konuşmaların yapıldığı antik bir tiyatronun ortasında güneşin artık görünmediği bir akşam saatinde elimde boş bir kağıt ile yapayalnız kalmıştım. Önce kağıda sonra ellerime baktım. Ellerimle vücudumu yokladım. Varlığımı hissettim. Varlığımı düşündüm. Mutlu bir ruh hali uyandım.

Geçenlerde bana gelen, sizlerin de günlerden beri merak ettiğiniz kişiye ve getirdiği kâğıda kendimce bir anlam verdim.

Var olmak farklı mekânlar arasında yolculuk etmektir. İnsanın var olduğunu bilmesi ile var olması bir birinden tamamen ayrıdır. Keşif ile olsun, bilim ile olsun, ilham ile olsun, düşünce ile olsun, halvet ile olsun, gayret ile olsun ama içinde iyi niyyet olsun; insan varlığını bulmalıdır. Gerçek ama anlatılamayan mekânda verilen boş kağıt kendimdir. Yeniden düşünceye daldığım ve hatalarımı fark ettiğim, eğildiğim andır. Üç gün önce ulağın getirdiği içinde ince bir çizginin olduğu kağıt ise Sevgiliye duyduğum özlemi bir türlü anlatamamanın içimi kanatan çaresizliğidir. Tarif edilmeyen bir sır, günah ve sevapla örülmüş bir bulmaca; boş bir kağıt yani varlığımın içindeki tek çizgi, tek görünendir.

Bitirmeden; her iki yerde de bana emanetleri ulaştıran, yorgun ama daha gidecek yeri olsaydı oralara kadar onu götürecek  sabrı ve kuvveti olan ulak ise ümidimdir.


Turgay Urgur    

24 Nisan 2016 Pazar

NOT A MIRACLE



It really is sometimes weird to understand European scientists who search other primitive societies like the rats in a laboratory. First of all, we should leave out prejudice in order to reach real-like results if the target is human. People improve their living styles because of their necessities such as Egyptian or Sumerian civilizations. For example; as even primary school children know, the river Nile compelled them to learn Math, Geometry and other sciences. Nature leads people to find the easiest and the most functional ways to live an easy life. Even though, a little 5-6 year old child chooses amongst the items which are beneficial to him/her by using its logic. Logic is the key property of a human being. It is a miracle that mustn’t be eliminated. Munduruku people also behaved like a normal society who tried to find an easy-going life. It is not them or their way of understanding geometry that people should admire, it is the logic and the brain that we should admire. If we need to understand something, our perception and intuition take the initiative and start to contemplate by eliminating the unnecessary things. That’s why they answered the geometry questions like other American students with nearly the same scores. There is a comic but a logical scene in Cem Yılmaz’s film, Arog. ‘In the film, he(C.yılmaz) tries to teach primitive people to catch fish, however they already knew it. And too much better than him. They just put their spears without looking at the fish, and catch them.’


HOW DOES BILINGUALISM WORK?



Think about a soccer player who can use his both right and left feet. What makes him different from others is his ability to play with his both feet. Maradona, Hagi and Sergen Yalçın were the best examples of these players. This ability made a visuospatial property compared with the ones who use only one foot. Or, think about a laptop that uses dual-core memory, this property makes it faster than the others. It collects the apples with two hands while the old-system collects with one hand. Like this, bilingualism makes out such an effect to give meaning to material world by cognition. Namely, it forms two and more dimensions of an object. Because he knows the vision of it in both cultures. Actually, the power of Word is to give meaning to the objects. When God created Adam, He asked other angels to give the names of the objects. They said that they couldn’t do such a thing, but Adam did. Even a person who uses synonyms in his/her mother tongue is much more talented than a person who knows only one meaning of the word. The more you have vocabulary, the more you comment on life. This difference effects understanding, contemplating and presentation. The vocabulary capacity is directly related with the intellectuality of a person. For example what makes a teacher different than a student is his/her vocabulary in his language. Brain works with words, numbers and symbols. So what? Bilingualism is surely a big advantage when compared to monolingualism.  Bilingual uses a faster processor, uses the both parts of the brain and forms visuospatial pictures. That’s why they recall the locations of the frog used in the experience. However, sometimes we see that children raised in lower SES may show cognitive gains, this is also related with risk-taking characteristic of the lower SES. While the upper class child bothers itself with the details, the lower class child behaves without the fear of losing. So he/she uses a mentally free cognition. For example, car modify designers are members of those groups. I mean this leads to practical cognition. That’s why; hands crafters, music talented personalities or free thinkers are all members of this kind of practical cognition skills.      

TURGAY URGUR

17 Nisan 2016 Pazar

Umut



Sizler benim umudumsunuz,
Tesellim, çaremsiniz.
Dualarım, hayallerimsiniz.

Baharda yeşeren,
Kışta güneşim,
Yazda sevincimsiniz.

Tutmayan dizlerime derman,
Hasta yüreğime ilaç,
Geceleri ışığımsınız.

Bundan sonram,
Hep aradıklarım,
Peşinden koştuklarım,
Geleceğimsiniz.

Aşkımsınız.
Aşkım.


(cotonuma)

13 Nisan 2016 Çarşamba

they trust US


Of course not us, to US. Because they have no other choice left. Turkish citizens have a conscience carrying a responsibility coming from a deep cultural and divine background. So what? Boobily, some thought that they (TurkishCitizens) would support betrayal as if they had given foundation to them in the past.

Old saying; father says to his child: You may go to your friend’s house and also eat, drink there however don’t forget to come back at night. I mean, supporting to a Islamic group to which you think as sincere is totally different from than choosing between the country’s great benefits and a group’s illusioned good news. Freedom, faith, flag and Turkey’s honor come first and it will always be the same.

Their hope is currently knocking the door of US’s attorney. All the Muslims who hadn’t fled yet know that it’s the same US brought democracy to the Middle East. They also know that US governments are the first responsible ones for the bloodshed continuing. No matter, we are aware of that it’s a kind of behavior that fits only with the Cemaat. Being near the power. Maybe it’s the only genre of them never changes from top to heel. Nowadays, the same country’s attorney is looking for justice in order to pressurize Turkish laws. If they are fair enough, they should face up to what they had done in Japan. Absurdly, the cemaat members trust these guys for demolishing the governmental structure in Turkey. There is need to repeat because they have no choice. Because this mission was given to them by Israel so as to test their power in Turkey after the third victory of the Turkish citizens. Simply, the anti-İslamist countries wanted the provision which was given them. Because they had private visas to go wherever they want. In return, they should pay for it.

It was about 1995 they had the idea that if the US would live 50 years more, it would be secured by the cemaat. It was one of the mottos of the cemaat after the collapse of Soviet Russia. There is a mutual beneficial dialogue between the cemaat and the US. That’s why they trust them. That’s why they showed Hollywood War films saving the world on their channels during the bombings of Iraq. That’s why they never said a negative sentence for the Israel and US, they won’t either. That’s why they use the advertisement of the attorney as they used every virtue.

turgay urgur
Turkish Citizen 


   

  

12 Nisan 2016 Salı

ULAK 2 (UYANIŞ SERİSİ)



Ahmet’in kütüphanesinin düzenli olmasını beklememek gerekiyordu. Bu dağınıklık ona babasından kalmıştı. Aradığı kelimeyi ansiklopedide bulamamıştı. Tam ansiklopediyi yerine koyarken, raftan bir kitap düştü. Kitabın arasında bir not vardı. Babasının el yazısını hemen tanıdı. Ve okumaya başladı…..  bu yazı bir mektubu andırıyordu.

Evladım, yavrucuğum;
“Su gibi aziz ol ve gideceğin yeri bil,
Bil ki! Bu gidiş senin elinde değil.”  

Medeniyet yerini betonlara bırakmıştı. Ruhlar ev ve iş yerleri arasında sıkışmış, insan yemek ve uyumak arasında yaşıyordu. İnanç ve küfür savaşı yerini ‘nasıl inanılacağına’ bırakmıştı. Bu nasıl’ı insanlar Son Mesajdan değil, cahiliye dönemlerini aratmayan kişisel yorumlardan bulmaya-çıkarmaya çalışıyordu. Herkes bilirkişi, herkes uzman, herkes sorgulayandı. Ve insan; zor ve imkânsız olanı seçti. Bulunanı, anlatılanı görmezden gelip sil baştan alfabeyi yazacak, kendince hayatın mahiyetine tarifler biçecek ve isteyen istediği tarife uygun mesai dolduracaktı. Kulluk yerini zorunlu sabah8-akşam5 vardiyasına bırakmıştı. 1/3 çalışmak, 1/3 uyumak ve geriye kalan 1/3 ise kazandıklarını yemekti. Cumartesi-Pazar yatmalı, yazları tatile gitmeliydi. Bu da yetmezdi çünkü her yaptığımızı paylaşmalıydık. Rezillik paylaştıkça büyüyordu.

Şükür ki, fikir ki, zikir ki! Bir gün…. Önden giden atlıların şehrinden, tarihin sır kokan mahzeninden, Yusuf vari zindanlardan, Rusya’nın esir kamplarından, ilden ile sürgünlerden bir ses geldi. Kan ile yazılan satırlar kibrit kutularından dilden dile, elden ele ulaştı. Önce tenhalarda yankı buldu. Kuytularda dinlendi. Her düştüğü dimağda depremler oluşturdu. Yürekler sonsuzluğa vurulan zincirlerin farkına vardı. Ruhlar sarsıldı. Mevzu insanın varoluşu kadar büyük, çözülmezse yok oluş kadar ehemmiyetliydi.

İö 450’de Bakkhalar’da “Ne mutlu bahtı açık olana, ne mutlu tanrıların sırlarına erene! Hayatını temizleyip günahlardan ruhunu Bakkhos’a verene! Tanrının kutsal bedenine ait olanlara birleşene!” diyen Euripides’in çığlıkları “Ayetü’l Kübra’da Kainattan Halık’ını soran bir seyyahın müşahedatında” boğuluyordu. Ama ne yazık ki! Atinanın hikmeti yerde arayan Dionysosları, herkesin her vakit hayretle baktıkları gibi semavatı en başta, en kolaydan görmenin zevkine erişememişti. Asıl iş, asıl öz düşündükten sonra tevekkül limanlarında korunmaktaydı.

İnsan gibi en mükemmel varlık hayat mucizeleri karşısında suskun ve puskun kalamaz. İdrakini nimete yakınlaştırmalı; güneşin ve yıldızların, bulutun ve yağmurun, suyun ve toprağın, tohumun ve çiçeğin bağını-bağlarını irdelemelidir. Ve bağları Kuranı görmelidir.

Baban.
Selam ile kal,

Ahmet babasının bu yazısının kendisine yazılmış olduğunu anladı.  Tam bulmuş olduğu kağıdı kitabın arasına koyacaktı ki bir de ne fark etsin. Kitabın üstünde “Sandukça” yazıyordu ve yazarı olarak da Ahmet’in babasının ismi vardı. Göz alıcı kırmızı kabı olan kalınca kaliteli bir kitaptı. Ahmet bir süre kendine gelemedi. Kanepenin ucuna otura kaldı. Şu an tam 23 yaşındaydı. Bu gün adeta onun yeniden doğduğu gündü. Ağlamak ve merak arasında kalakaldı. O gece kitabı baştan sona okumak istedi. Kapısından başını eğerek geçtiği odasına kapandı. Bu odanın penceresi yoktu. Kapıyı kapattı ve okumaya başladı. Kitabın yarısına gelmişti ki bir anlık dinlenmek için başını yere koydu. Rüyasında uzun boylu, yeşil sarıklı ulak geldi ve ona 3 defa ‘git’ dedi.     

Ve Ahmet üç gün sonra yola düştü. Gideceğini kimseye söylemedi. Sadece bir gece evvelinde uyumadan önce epey bir hayal kurdu. İçinden bir his ona yanına hiçbir şey almaması gerektiğini fısıldadı. Birkaç elbise, bir bıçak ve kibrit aldı. Sabah uyandığında güneşe baktı. Güneşinin doğuşunu bir insan hayatında kaç defa görürdü ki? 18-20 bin kadar anca görebilirdi. Çok muydu? Şehir hala uyuyordu. Sokaklarda dünlerin telaşının yorgunluğu vardı. İçini ferahlatan ve felahlatan bir nesimi serinlik doldu. Şehrin büyük yollarından çıkıp, küçük ara yollara girdi. Biraz yüksek bir yere çıktığında arkasına döndü ve şehre baktı. Ne kadar da küçüktü. Yüzünde bir tebessüm belirdi. İlerledikçe ağaçlar artıyor, kuş sesleri duyuluyordu.  Epey bir yorulmuştu. Neredeyse bir tepenin daha zirvesine varmak üzereydi. En azından biraz daha gideyim ve tepenin en üstünde dinleneyim diye düşündü. Tam ulaşmak isteğini yere vardığında gördüklerine inanamadı. Çıkmış olduğu zirveden muhteşem bir vadiyi görüyordu. Ağaçtan evler vadinin içine serpilmişti. Evlerin bahçelerinde çalışan insanları ve bazı küçük hayvanları fark etti. İçinde tatlı bir merak uyandı.  Çok fazla dinlenmeden tepeden aşağıya hızlı adımlarla indi. İnerken gömleğinin cebindeki 3 adet küçük kâğıdı fark etti. Annesinin el yazısıyla yazılmıştı ve her bir kâğıtta sadece birer tane kelime vardı. Kelimeleri okudu. Kafasında çok da bir şey canlanmadı ve kâğıtları tekrar gömleğinin cebine koydu.  Önüne ilk çıkan kişi sanki yıllardır onu tanıyormuş gibi hoş geldin dedi. Hiç tanımadığı bir kişinin ona bu kadar sıcak davranması onu şaşırttı. Lakin bu çok güzel bir duyguydu. Biraz daha ilerleyince birbirinin arkasından koşan çocuklar koşarak etrafını sardılar ve adeta onun gelişindeki mutluluklarını ona yaşatırcasına sevgilerini gösterdiler. Hayır, bunlar rüya değildi.  İçini çok öncelerden anımsadığı bir huzur kapladı. Burada yaşayan insanların çok bir şeyi yoktu ama fazlasıyla mutlu görünüyorlardı.  Ahmet en sonunda bu yerin meydanına geldi. ‘Selamün Aleyküm’ dedi. Oturanların hepsi birden ayağa kalkarak Ahmet’i selamladı. Ahmet işin gerçeği herkesin hep bir ağızdan kendisini selamlamasına şaşırdı.  Boş olan bir masaya oturdu.
Orta yaşlı bir amca: Ahmet nasılsın?
Ahmet: İyiyim şükür. Siz nasılsınız?
Amca:  Allah’a şükür iyiyiz.
Ahmet: Ne güzel! Burada yaşayan insanları mutlu gördüm. Oysa sabah geride bıraktığım insanların tek düşündüğü şey işleri ve nedense hiçbirisi mutlu değil.
Amca:  Çünkü ne günü zamanlara, ne de insanları gruplara böldük. Asıl vazifemiz her şeyin önünde gelir. Hiçbir şey bizi asıl vazifemizden alıkoyamaz.
Ahmet: Asıl işiniz kesinlikle çok zordur öyleyse.
Amca: Bilakis, çok kolaydır. Hem dile, hem ele eziyeti yoktur. Ve onu bulan dili ile kalbi arasındaki bağı kurmuş olur.
Ahmet: Merak ettim, asıl işiniz nedir?      
İnsanlar Ahmet’in bu cevabına çok şaşırdı. Birbirilerinin yüzüne baktılar.
Amca: Hani buraya gelirken cebinde annenin yazmış olduğu kağıtlar vardı ya…. Bizim işimiz onlardır.
Ahmet biraz duraksadı, elini tekrar cebine attı ve kağıtları buldu. Bu sefer onları biraz sesli okudu.
Kağıtta fikir, zikir, şükür yazıyordu.

Amca Ahmet’e 3 kişiyi tarif etti.

-“Onlar sana bu üç kelimenin hayattaki karşılığı anlatacaklar.” dedi.

-Peki, onları nerede bulabilirim?

Diğerleri Ahmet’in bu sorusuna tebessüm etti. Ahmet onların bu tebessümüne karşı nedense birazcık mahcubiyet duydu.

Amca: Onları bulamazsın. Onlar seni bulacaklar. Onlar seni görecekler ve zaten görüyorlar.

Ahmet’in kafası tümden karıştı. İnsanın kendi aradıkları kendisinin ayağına nasıl gelirdi ki? Ahmet hayatının ekser çoğunluğunu düşünmekle ve yazmakla geçirmişti. ‘Sabır nedir?’ ‘Tevekkül nedir?’ ‘Beklemek nedir?’ gayet iyi biliyordu. Ve içinden ‘hayırlısı olsun’ dedi. Müsaade istedi ve tekrar yola çıktı. Akşam olmadan evine dönmek istiyordu. Evinden içeriye adım atarken akşam ezanı anca okunuyordu. Ezanın hızlı okunuşu gençlikten, fanilikten ve ölümden haber veriyordu. Odasına girdi. Namazdan sonra babasından kendisine kalan kitabı tekrar açtı. Birden kitabın arka kabında bir kabarıklık fark etti. Sanki orada ayrı bir mektup veya kâğıt gibi bir şey vardı. Aynen tahmin ettiği gibi eliyle biraz daha yoklayınca bunun bir mektup olduğunu anladı. Kitabın arka kısmını kenarlarından açtı. Bir de ne görsün? Beyaz bir zarf ve zarfın üstünde bir çizgi. Zarfı açtı. İçinden 3 adet kağıt çıktı.

Zaman durdu. İçinden….

“Aman Allah’ım! Bu yaşadıklarım tesadüf olamaz. Hayat nasıl bir şeydir? İnsanın vazifesi nedir? Nereye gidiyoruz?” dedi.

Merakla birinci kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı.

Evlat. Tüm düşüncelerin, aklından geçenler fikrindir. Okuduklarınla onları toprağa serper, büyütür ve meyveye dönüştürürsün. Onun için onları seçerken titiz davran çünkü tohum birdir, toprak birdir. Başkalarının bakışı, sevgisi onları senin gibi koruyamaz. Öyle ise fikrine sahip çık. Onu boşluktan, faydasızlıktan koru. Hırs ile onu ziyan etme.  

Hemen ikinci mektuba geçti.

Evlat. Dilinden dökülenler zikrindir. Zikir ruhun yansımadır. Zikrin iyiyse ruhun güzelleşir ve için huzura erer. Hayattaki en güzel zikir; hiç şüphesiz Allah’ı anmaktır. Allah’ı anan güzel konuşur, az konuşur ve dua ile konuşur. Öyle ise onu ruhun düşmanı pis sözlerden uzak tut. Mübalağa, kahkaha ve yalandan koru.

Ve son mektup.

Evlat. Kalbinde tuttukların şükründür. Verilenlere gönülden ‘Elhamdülillah’ demektir. Bu insanı kanaat semalarında gezdirir. Tevekkül denizlerine ulaştırır. Şükür insanı huzura boğar. Öyle ise başına gelen sıkıntılara gereksiz yere üzülme. Hak etmediklerinin hesabını sormak yerine sana verilenlerin borcunu ödemeye çalış.

Ahmet’in bugün yaşadıkları öyle ilginçti ki anlatılamaz. Ama halen daha cevapsız bir soru vardı.

Tam o sırada annesi içeri girdi. Ahmet şimdi anlamıştı. Madem ki annesi fikir, zikir ve şükür yazılarını cebine koymuştu. Öyleyse yaşlı amcanın bahsettiği 3 kişiyi de biliyor olmalıydı. Ahmet tüm yaşadıklarını annesine anlattıktan sonra annesine bu 3 kişiyi sordu.

Annesi de hafiften gülümseyerek dedi ki!


Hani sabahları evden çıkarken aynaya bakıyorsun yaaa….


Her yeni gün mucizesinde hayata olan merakın fikrindir. Günlük 5 vakit namazın zikrindir. Bu hayat bitmeden onu anlaman ve kıymetini bilmen ise şükründür. 
TURGAY URGUR

Euripides (1)

Elinize bir Yunan trajedisi alırsanız, aynı zamanda başlarda biraz sıkılmayı da göze almalısınız. Şahsım adıma; epey bir sıkıldım ama zar zor kitabı bitirdim. Bitirdikten sonra özetlere de baktım. Ama anladım ki! Özetine baştan bakmak gerekiyormuş. Bir çok isim, bir çok olay kurgusu insanın kafasındaki sıralamayı zorluyor.  Her neyse…….

Eserin adı: Bakkhalar Yazar: Euripides

İÖ 484-406 yıllarında yaşamış. Atinanın yetişdirdiği 3 büyük trajedya yazarlarındandır ve günümüze en çok eseri ulaştırma özelliğine de sahiptir.

Şarabın bazen insanları neşelendirmesi, bazen ise sinirlendirmesi; Dionysos’u karşılama şekillerine bağlanmıştır. Bu yüzden Dionysos içinde iki farklı kişiyi barındırmaktadır.
Özetin özeti şöyle; Dionysos kendini tanımayan  Thebei kralı Pentheus ve annesi Agaue’yi fena şekilde cezalandırır.

Konuya girersek;

ANTİSTROPHE: ‘Ağır ağır gelir tanrının adaleti ama hiç şaşmadan gelir; verir cezasını imansızların.’ Diyor ve taaa MÖ 450’de insanlardaki haşir inanışına vurgu yapıyor. Evet ilk insanlardan bu zamana (2016’ya) insanda her daim sonsuz ve ilahi bir adalet arayışı olmuştur. Bu değişmemiştir ve değişmeyecektir. Çünkü insan kendisini 70-80 sene ile sınırlandırmaz.


Ve ANTİSTROPHE devam ediyor. Güç değildir boyun eğmek tanrıların kudretine; zamanın onayladıkları ebedi yasalardır, geleneğin yasası doğa yasasını kurar. İnsan acizliğini bilmelidir. Sonsuz kudret Sahibinin önünde eğilmelidir. Yükseliş acizliği bilmekle başlar. En yüksek mertebeye insan buradan çıkar. 

10 Nisan 2016 Pazar

VURGUN (1)


Toprak ekin tutmuyor, yağmur yağmıyordu. Gün işe bölünmüş, insanlar bir işten diğerine koşturuyordu. 20 sine kadar hazır yiyenler, hazır giyinenler artık göze batıyordu. Onlar da bir an önce günü işe bölmeliydiler. İnsanın öğrendiğini sandığı tek farkındalık: ölünceye kadar çalışmasıydı. Öyle görmüştü. Herkes öyleydi. Mideler tok ama gözler açtı. Her şey var ama ruhlar boştu. Dionysos gibi insanların iki şahsiyeti vardı.  Biri halim ve selim, diğeri çılgındı. İnsan şehirde ve gündüzleri medeni ama içinde olabildiğince kaba, pejmürde ve yerlerdeydi. Herkeste bilmeden konuşma merakı vardı. Dinlemeğe ise gerek yoktu çünkü dinlemek yerini çoktan izlemeye bırakmıştı.  Bunca rezillikten sonra keşke insan sadece bu hayatını kaybetseydi. Bir günahla helak edilen kavimlerin yerini şimdi her günahı işleyen ve işlediklerini meşrulaştıran bir cismaniyet almıştı. Herkes doğruluğu kendince yorumlamak istiyordu. Moda: herkesin doğrusunun olmasıydı. İnsanlar buna ‘farklı düşünce’ ve ‘düşünceye saygı’ diyordu. Hayatın baştan sona anlamını ve mahiyetini kaçıran insan aklınca düşüncesinin arkasına geçip kendine ölümden, firaktan ve yokluktan teselli dipnotları çıkarıyordu. Kendince güçlü, kendince özgürdü. Ne de olsa onun bir düşüncesi vardı. İnanmanın yerini düşünmek almıştı. Düzeltiyorum; düşünmek değil ‘düşündüğünü sanmak’ almıştı. Günlük gazete takibi (1-2 yazarın abonesi olmak), siyasi bir tercih ve kendini ifade edebileceği ‘ideoloji kümesi’ modern adam için kâfiydi. Ve bu insan; kahvede veya TV’de konuşabilir, sosyal medyada veya gazetede yazabilir, işin daha da ilginci her konuda bir fikri olabilirdi. Çünkü o da vergi veriyor, o da askere gitmiş ve o da tüketiyordu.     


Oysa en önemli mesele insanın kalbinin feraha ulaşmasıdır. Mezarlıklar, yıkılan şehirler, unutulan isimler gerisinin boş olduğunu binlerce yıldır haykırıyorlar. İnsan; secdedeki huzuru, duadaki ferahı, Allah’ı anmaktaki tatmini henüz başka bir şeyde bulamadı. Köşkler, tüm yemeler içmeler ve nefsani şeyler bir ‘Elhamdülillah’ etmedi. Tüm zenginlikler bir ‘Allah-ü Ekber’ karşısında hiç hükmündedir. Tüm sanatlar Sübhanallah’a ulaşamayacak. Ama insan hala direniyor, hala kendini zorluyor. İtaat edip, kurtulmak varken; kendi kendisini harap ediyor. Toprak ekin tutacak, yağmur yine yağacak. Çünkü insan Aşkını bulacak.  

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...