30 Temmuz 2012 Pazartesi

gündem

A.turan alkan'ın "okuyucumsu" yaftası, Ali bulaç'ın "islamcılık teorileri" ile Mümtaz er türköne'nin köşedaşına "soruları" : harbiden düşündürücü ve garip. Derinlerde bir özeleştiriyi gizlediği belli lakin "özü" var mı bilmiyorum. Bu noktadan sonra ne yazsam ki? Bejan Matur'un pkk ile röportajının 2 farklı gazete de (zaman-taraf) nasıl farklı kelimelerle yazıldığını mı, Kurucan ile köşeden nasıl bankacılığın fetvasının verildiği mi?

yetmez ama evet: dün benzer yola çıkanlar bu gün bir şeylerin paylaşımında ciddi sorunlar yaşıyor. Siyaseti kendilerine epey bir uzak görenler uzaktan kumanda ile kontröl mekanizmasına ortak olmak istiyor. Diyet'in postmodern halini görmekte nasipmiş. Ya da hiçbirşeyin karşılıksız olmayacağını.

26 Temmuz 2012 Perşembe

EYLÜL

EYLÜL
Bu sabah güneşin doğuşunu izlemek istiyorum,
Bir mucizeye tanık olmak ve varlığına şükretmek istiyorum.
Çok düşünmeden, kimseye söylemeden,
Hiç konuşmadan sadece seni anmak istiyorum.

Süslü kelimeler aramadan,
Yazmak, yazmak, durmadan yazmak istiyorum.
Zamanı geriye getirmek ve istediğin bir yerde durmak,
Sana bakmak, sana doymak, seninle olmak istiyorum.

Güneş bir mucize sen bir hayalken,
Sana inanmak, seni bulmak, seni gerçek ….
Hatalarımı….
Geleceği….
Sonsuz bir hayatı…….
Varlığını…..
Seni……..
Bizi…….
Gülmeni……..
Anlamanı…….
Kusursuz……..
Hiç kırmadan….
Büyük aşk…..
Mümkün…….
Kıskananlar……
Hepsini gerçek…..
Kurtulmak…..
Seninle mutlu…..
Anlıyorsun değil mi? Yazmadan bulmanı, hiçbir şey yokken gelmeni, her kelimeye bir cümlede yer bulmayı, ne varsa seninle bulmayı, her cümleyi seninle kurmayı, her hecesine can vermeyi istiyorum. Artık gelmeni. Hasret bitti demeni bekliyorum. Bu sabah yine güneşi izliyorum.
Bu sabah yine güneşi izliyorum. Kimse yok, yapayalnız yine usanmadan umutla ve heyecanla bekliyorum.
Turgay Urgur

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kendime 6


O bakışlar gerçek olsaydı,
“Aşkım” deyişin gerçek olsaydı. “Seni seviyorum” deyişin gerçek olsaydı.
Kendin bile inanamazken, bir an gerçek olsaydı.

Aşk dedikleri bu olsa gerek,
Bir türlü kavuşamamak.
Aşk dedikleri bu olsa gerek,
Her geçen gün içinde onu büyütmek, içten içe kahrolmak, erimek.

Eski şarkılarda teselli bulmak,
En damar şiirleri yazmak,
Söylediklerinle, yazdıklarınla,
Avunmak.

Eridim. Eridim.
Bıktım gülen, güldüren çocuğu oynamaktan.
Bittim. Bittim.
Nerdesin? Bir gün sorsana, bir gün arasana.
Gelmezsin. En azından halimi sorsana.
Sevmezsin. En azından dinlesene.

Artık yazmıyorum. Uzun zamandır okumuyorum.
Düşünmüyorum.
Ağlamayalı çok hem de çok oldu.
Ölüyorum. Anlasana.
İçimdeki her şeyi tüketiyorum. Anlasana.

Bir yanlış değil, bin yanlış yaptım.
Bedel olarak her geçen gün eriyorum.
Eriyorum. Tükeniyorum. Anlasana.

Aşk dedikleri bu olsa gerek:
Her gece kahrolmak, hep kendin olmak.
Ölünceye kadar kahrolmak.
Zavallı, sefil, serseri, dilenci olmak.

Eylüller nerde? Yağmurlar nerde?
Dün nerde?
Özlemlerim nerde?
Aşk dedikleri bu olsa gerek.

 Sorularıma bir gün cevap versene,
Ölmeden beni bir yerde bulsana.
Doymadan gitmek, varlığıma anlam verememek,
Çok zor anlasana.

Sen güçlü, ben zayıf.
Sen beklenen, ben avare.
Sen bir melek, ben günahtan bir ‘var’
Sen her gün büyüyen, ben küçülen.

Eriyorum, tükeniyorum anlasana.

Turgay Urgur

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Duygu nedir?

Duygu nedir?
Duygu insanların hayatına herhangi bir şey katmamasına rağmen varlığını insanlara kabul ettirmiş bir mefhumdur. Duygu ile insanın gelişmesi arasında sanıldığı ve bilindiği gibi herhangi bir dayanışma da yoktur. Duygunun kabul gücü o kadar etkilidir ki insan yaptığı iyiliği ve gelişmeyi duyguya bağlar. Bağlama ihtiyacı hisseder. Bu şekilde bir çeşit teslimiyet hali yaşar.
Duygusallık da aslında bir nevi ruhsal köleliktir. Ben duygusalım diyen insanların birçoğu kişisel yönden gelişimlerini sağlayamamış, sürekli ezik yaşamış, kendisini bir türlü ifade edememiş kişilerdir. Bu tip insanların öne çıkan ilginç bir yönü de sürekli başkalarını düşünmeleri ya da düşündüklerini söylemeleri, onlar için kaygılarını ifade etmeleri lakin bir türlü kendi varlıklarını yaşayamamalarıdır. Kendilerini iyilik meleği sanırlar. Etrafındakiler için ise onlar enayi ve aptaldır.
Duygu kendisiyle birlikte acizliği de beraberinde getirir. Bu bağlamda duygu kişinin geçmişinden fazlasıyla faydalanır. Zaman hep ileri giderken, duygu geriye dönük bir yaşamı insan düşüncesinin içine zekr eder. Bu süreçte insan düşünce felci yaşar. Olaylar, kişiler hakkında gerçekçi düşünemez. Yaşamın gereği olan maddi ihtiyaçları kavrayamaz. Başarısızlıkların en büyük etkeni duygunun yarattığı bu acizliktir. Varlık: kimyası itibariye maddi olmasına rağmen her nedense hakimiyet çoğunluk itibariyle duygunun elindedir. Netice olarak ‘duygu’ zavallı, sürekli ilgi bekleyen, çözüm üretemeyen, hemen etkilenen, güdülen insan yığınlarını oluşturur. Yönetici, zengin, lider konumlarındaki insanların en önemli ama gizlemeyi başardıkları özellikleri ise ‘duyguya yer vermemeleridir.’ Hatta bu kişiler kendilerinin de ‘duygusal’ olduklarını ifade ederek gerçek mahiyetlerini kamuflaj ederler.
Duygu hele bir de aşk denilen sanal bir kelime ile birleşirse işte o zaman bedeninden tamamen çıkmış bir ruh oluşturur. Bedenin fonksiyonu burada ‘taşıyıcı’ konumuna dönüşür. Bu ruhsal sarhoşluk insanı bir ömür bile oyalayabilir. Etki altına alabilir. Duygu ve aşk; zihnin arka planında sinsi bir menfaat algısını çalıştırır. Ne yazık ki burada zihin de kullanıldığının farkında değildir. İstenilen hedefe ulaşma isteği, denklik arayışı, eş arayışı içinde (aynı zamanda) ‘isteğini alma hırsını’, ‘kendini ispatlama hissini’ de barındırır. Beden bu merhalede ‘taşıyıcılık’ fonksiyonundan rüşvetle satın alınabilen ‘kullanılmışlık’ seviyesine indirgenir. İşin acı ama gerçek tarafı ise yıprananın, eskiyenin beden oluşudur.  Sırası gelmişken duygu; acı, keder, ayrılık, gözyaşı, özlem gibi aç bir mide, evsiz bir insan, üşümüş bir beden için bir şey ifade etmeyen kelimeleri sürekli öne sürerek zihni bir meşguliyet ortamı oluşturur.
Duyguların ve duyusal reflekslerin zamanla ve güçle birlikte değişmesi de aslında bize duygunun gerçekliliği hakkında epey bir bilgi verir. Duygu sürekli söylem halinde iken düşünce gizli ya da açık eylem halindedir. Duygu dış dünyaya karşı bazen kendini koruyucu bir bağışıklık sistemini oynar bazen de bir yerlere nüfuz etme halindedir. Birisini çok sevdiğini söyleyip bunun iş fedakârlığa gelince herhangi bir şey yapmamak veya şartlar değişince her şeyin sözde kalması buna bir örnektir.
Riyazet, halvet, inziva İslami algının duygu ile mücadele yöntemlerindendir. ( O duygu değil nefis deme hakkı herkesin vardır.) Neticede düşüncenin galip gelmesi hedeflenir. Bedenin duygunun kontrolünden çıkarılması beklenir. Acı olmamalıdır. Açlık hissine mağlup olunmamalıdır. Zorluk insanı yıldırmamalıdır. Ayrılık, özlem, yalnızlık karşılığında sonsuz hayatın varlığı düşünülür. Bu dünyanın faniliği ve boşluğu veya idealığı sürekli öne sürülen düşüncelerdendir. Geçici bir dünyada duygunun gerçekliği yoktur. Mecnun da zaten Leylasını Leyladan dolayı değil Leylanın ulaştıracaklarından dolayı sevmektedir. Bu dünyada kişinin Peygambere aile yakınlığı da ötesi için bir şey ifade etmemektedir. İş fiiliyattadır.  
Duygu doğunun tesellisi olurken batı düşünce teyakkuzundadır. Birisi üretir diğer avunur. Doğunun fakirliğine, dağılmışlığına ‘hikmet’ bulmak da yine duygunun marifetidir. Emeklerin zayi olmayacağı İlahi bir garanti altında iken yüzyıllardır doğu, aşırı duygusal çocuğu oynamaktan yorulmamıştır. Duygu seyirci kalma dürtüsünü canlı tutarak durmadan izleyen kitleler yaratmıştır. Örneğin insanlar Bosna’yı izler, Irağı izler, Azerbaycan’ı izler. İzler ve duygulanırlar(!). Yıllar sonra filmini çeker, gerçekte kaybettiğini filmde kazanır ve duygulanmaya devam eder. Duygu sayesinde ‘çuvalın’ gerçeği ile sanalı arasında bir fark kalmaz.

Turgay Urgur

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...