31 Aralık 2015 Perşembe

“Şekil” olarak Müslümanlık (2)


Yazı dilinde yokuz. Batı edebiyatının en kıyıda köşede kalmış herhangi bir eseri için bile internette araştırma yapsanız; önünüze konu ile ilgili yorumlar, eleştiriler ve sayfalarca bilgi çıkıyor. Ki! bu bilgilerin yarısına yakını belirli bir kalitenin üzerinde oluyor. İnternetin dünyada yaygınlaştığı andan itibaren yabancı edebiyat konusunda elektronik ortama sel gibi bilgi akışı oldu. Birden alışkanlığa dönüştü. Yabancı edebiyat için kaliteli bir bilgi havuzu oluştu.

Çok övündüğümüz tarih, edebiyat ve ilahiyat( dini konularda) elektronik ortamda henüz belirli bir kalitede bilgi havuzlarımız oluşmadı. Oysa insanlara ulaşmak için gayet güzel bir ortam vardı. Müslüman ülkeler ‘Arap baharı’na sosyal medya üzerinden örgütlenecek ve kolaydan gaza gelecek şekilde teknoloji ile oynaşırken, asıl işimize yarayacak konularda ise kullanma gereksinimi duymadık. Çünkü böyle bir kültürel gereksinimimiz olmadı.

Bugün üzülerek ifade ediyorum ki Müslümanın aktüel gündemi ve bu aktüel gündem için fiziki ortamı yok. Olan ortamlarda kendi içinde ya elitist ya da gruplaşma mantığı ile hareket ediyor. Sünni mezhebin içinde mezhebin yanında bir de insanlarda ‘cemaatçilik’ etiketi gelişti ve ısrarla da geliştirilmeye çalışılıyor. Cami ihtiyarların ve emeklilerin olurken, yeni nesil kendisini konaklama mecburiyetinden dolayı dini cemaatlerin yurtlarında ve evlerinde buldu. Kredi yurtlar kurumuna göre daha güvenli olduğu kesindi ama bu yurtların yeni nesil için büyük akademik ve kültürel başarı kaygısı olmadı. Olamazda. Belirli bir zamana kadar kendilerini Devletin susturulmuş mağduru pozisyonunda gördüler. (Yarı yarıya haklılıkları da yok değil hani….) Lakin bu zaman içinde kalite, modernizasyon ve insan gelişimi üzerinde değil daha ziyade siyasallaşma ve kadrolaşma üzerinde yoğunlaştılar. Özellikle insanın kültürel ve akademik gelişimi sağlan(a)madı. Bu yapılar daha ziyade insanların aidiyet duygusu ihtiyacını kullanarak işlerini yürütmeye çalıştılar.


Bugün eğer sinema, televizyon ve diğer tüm medya araçları üzerinde tesirimiz ve iddiamız yok ise bu aslında ‘şeklen’ nerede olduğumuz göstergesidir. Çağın gerektirdiği doğru iletişim yöntemleri üzerinden ilerlemeyişimiz bizleri yerimizde saydırıyor. 21. Yüzyıl eğitim sistemini ve gereksinimlerini anlatan bir diyagramın %33’lük kısımını “Media ve teknoloji kullanımı” oluşturuyordu. Kullanmamız ve bu yönde milli bir gayretimizin olmayışı bizleri maalesef geriletiyor.      

30 Aralık 2015 Çarşamba

Toplumdan topluluğa


“Toplum, insanı etkileyen gerçek ilişkiler bütünüdür.” diyor Wikipedia. 

İnsanlar toplum olmak için zaman tünelinde müthiş bir mücadele verirler. Karakterlerini, inançlarını, bilgilerini, hayallerini yani kendilerinden olan ne varsa ortaya koyarlar. Neticesinde Devlet, Millet, Vatan ve Bayrak oluşur.
Bu bağlamda toplum; ağır bir mefkurenin, çoklu bir katılımın hülasasıdır.

Toplum olmakla kazanılan davranışlar insanın bedenini, yaşamını, yemesini, sokağını, evini bir şekle sokar.

Ütopik eserlerin ana konusunu toplum oluşturur. More, Campanella, Bacon, Plato, Farabi ütopyalarında ‘özlenen ideal’ toplumu anlatırlar.

Farabi’ye göre yönetici erdemli olmalıdır. Ince düşünceli, nazik ve kendini geliştirmeye meyilli olmalıdır. Kendisini eğlenceye ve boş işlere vermemelidir.

Bacon’ın ütopyasında bilimin ve teknik gelişmelerin insanların hayatlarını nasıl şekillendireceği üzerinde durulur. Sağlıklı ve kültürlü bir toplum hedeflenir. Toplumu bir bilim kurulu yönetir. Bu bilim kurulu olayların sebeplerini ve gizli nedenlerini öğrenmeye çalışır. Planlı bilimi ve eyleme geçen insanı anlatır. Skolastik düşüncenin soyut kavram türbülansından çıkar ve bunun yerine doğayı tanımak için yapılması gereken deneyci mantığı yerleştirir. Yararlılık mantığının gelişmesi bilimlerin gerçek yerini bulmakta fayda sağlamıştır.

Dünyanın her yerinde yoktur ama sağlam medeniyetlerin kurulduğu yerleşim alanları mutlaka vardır. Mimarisinden, sokak ahlakından, havasından ve size verdiklerinden tatmin olduğunuz yerler mutlaka vardır. Ben onlara 'düşünülmüş' şehirler diyorum. O şehirlerde doğa ve hayaller inatlaşmamıştır. Bilakis birbirlerine yuva olmuşlardır. 

Ütopyaların derin mağaralarının yerini bugün geniş merkezi şehir kütüphaneleri almalıydı. İnsan, Bediüzzamanın çıktığı gibi 'medeniyetinin hayalini kurmak' için yüksek tepelere çıkmalıydı. Ve bugün insanlığın kaç yaşında olduğunu değil, yapacaklarımızı konuşmalıydık. Bu bağlamda şehrin de, sokağın da, evin de merkezinde hep insan olmalıydı.Pencere insana göre tasarlanmalıydı çünkü insan güneşsiz yaşayamaz. Her ne kadar doğal gaz ile ısınsak da bir köşede sobaya ve hatta ocağa yer olmalıydı. Otopark kadar bahçe de zorunlu, misafir odası kadar da bir evde kütüphane gönüllü olmalıydı.

 İşin teorisi yazıldı. Konuşuldu. Bu zamanın insanlarına sadece uygulamak kaldı. Kalmıştı. 

İnsanların ihtiyacı olan doğru ortamlardır. Okulun ulaşılabilir, eğlenceli ve rahat bir kütüphaneye ihtiyacı var. İhtiyarların arkadaşlarıyla sohbet edebilecekleri sakin ve nezih  park ve bahçelere ihtiyacı var. Ticaretle uğraşanların temiz, maliyeti ucuz, modern çarşılara ihtiyacı var. Ailelerin geçim kaygısından kurtulmuş huzurlu olduğu evlere ihtiyacı var. 

Geldiğimiz nokta toplumdan topluluğa düşüştür.

Gündelik rutinlerin dişlilerinde medeniyet karakterlerimiz ufalandı. Tüketmek için çalışır ve yaşar hale geldik. 

Bu mantıkla şehirlerimizi, sanatlarımızı, zanaatlarımızı, değerlerimizi yitirdik. Sokağın kirliliği kimseyi rahatsız etmeyebiliyor. Konuşulanın, yazılanın toplumsal düşüncede bir mihengi yok. Bu yüzden düşünceyi konuşamıyoruz. Sosyal çevremizi, yaşadığımız ortamı işlevsel bir alana dönüştüremiyoruz. Böyle bir ortamda çocuk parklarını görememeniz, engelli vatandaşları camiden dışlamanız(camilerin mimarisi engelli vatandaşlarımızı dışlamıştır.) ve herkesin varlığına saygı duyulmaması gayet olasıdır. İsrafın normal olması, yolsuzluğun sıradanlaşması gayet olasıdır.


Sonuç olarak siyasilerin ülkeyi değil de insanları yönettiği bir sistemle karşılaşırız. Toplum mühendisliği her çağın insanına göre çok hızlı bir şekilde geliştiriliyor. Son 2-3 yılda ülkemizde ve bölgemizde yaşananları gözümüzün önüne getirdiğimizde konu daha da iyi anlaşılacaktır.  

25 Aralık 2015 Cuma

11 c/d Exam

1. What are the properties of successful people? Write in English at least with 10 sentences. 25 points
2. What does happiness mean for you? Write at least with 5 sentences. 25 points
3. Write your ideas about sleep? At least 10 sentences. 25 points
4. Translate the given sentences that we have studied during the class time? 10 of them will be asked.
(Last 5 work-sheets) 25 points

NOTE: Be sure that! 40 Minutes will be enough for the exam. Don't let it bother you. 

NOTE2: Write clearly. Use grammatically true language.

Good luck, ask for assistance if you need

22 Aralık 2015 Salı

BAŞKA YERDE YOK (2)


Bilmek susmakla başlar,
Bilgiye susamakla başlar.
İçindekini bulmaya gider,
Kaybettiğini bulmaya gider.
Karanlığa düşer,
Karamsarlığa düşer.
Çaresiz sürünür,
Aşk boyasına sürünür.
Sırla bürünür,
Sırra bürünür.


Turgay URGUR

20 Aralık 2015 Pazar

'Şekil' olarak Müslümanlık (1)


Dini konularda ehil olduğunu iddia eden birisinin edebiyat, felsefe, psikoloji, halka ilişkiler bilmemesini Müslümanlığına bağlayamayız ki! zaten Cuma günü camiyi dolduran kendi işlerinde mahir insanların ekser çoğunluğu da yazılı olarak ne Kuran ne de Hadis konularında çocukluk yıllarında ezberlediklerinin dışında bir şey bilmiyorlardır. Çünkü mesele aslında medeniyet ve kültür meselesidir. İkisinin canlılığının devam ettirilmesidir.

(lafım kendime- Benim gibi hiç birisini bilmeyip de eleştirenler de ıslah olur inş.)

Sonrasında ise Yusuf İslam’ın “Eğer islam’ı Kuran’dan değilde Müslümanlardan öğrenseydim, eğer Kuran’dan önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım.” Tespitiyle karşı karşıya kalıyoruz. İddia çok büyük kapsamlı ve doğrudan tüm ‘Müslümanım’ diyenleri ilgilendiriyor. Yani Yusuf İslam diyor ki! Kuranda anlatılanları ve Hz. Peygamberin anlattıklarını yaşayan yok diyor. Lafı; boşuna inanıyorsunuz, inanıyor gibi yapıyorsunuz çünkü kendinizi kandırıyorsunuz demeye getiriyor. Henüz birileri çıkıp da Yusuf İslam’a cevap vermedi. Cevabın uzaması ayrı bir acizlik ve üstüne almazlık. Camilerin tuvalet ve şadırvanlarının temizliğinin vebalini üzerine almayan diyanet işlerinin de bir cevap için kaygılandığını düşünmüyorum.

Neuzibillah, Hristiyan veya Yahudi olsaydık da büyük bir olasılıkla sokaklarımız yine medeniyetten uzak, adalet mekanizmamız işlemez, teknoloji seviyemiz de aynı yerlerde olacaktı. Çünkü hayatta önceliğimiz Kitabın kullardan bekledikleri ve son İlahi mesajın doğru uygulanması yönünde değil. Önceliği acımasızlaştırılmış hayat kurgusunda bir üst seviyeye, rahat tura geçmek üzerine bağlanmış durumdayız. Bu yüzden istekler son bulmuyor. Bir evden diğerine, bir arabadan diğerine, bir telefondan diğerine geçişler hayatın edinilmiş ve öğretilmiş alışkanlığa dönüştürülüyor. Şu anda çoğu insanın en iyi yaptığı şey: sahip olduğunun bir üstünün özelliklerini tanımak, tanımaya çalışmak. Bu tür bir topluluğun kalıcı ve iddialı bir medeniyet hayali kurması çocukçadır.

Tevatür, Müslüman kimliğinin oluşmasında ısrarla en etkin ve kısa yol olarak kullanılıyor. Kişi kaç yaşına gelirse gelsin din hakkında öğrendiklerini yazılı kaynaklardan öğrenmiyor. Aile içindeki dini eğitim de, okulda devam ettirilen de, cami de anlatılanda tevatür merkezli. Öğretiyi ve öğrenme yöntemini yazılı bir sistem üzerine kurmuyoruz. Ders adına(pozitif bilimler), akademik kariyer adına yapılanlar baştan sona yazıya dayalı bir sistemle değerlendiriliyor. Lakin bugün, bu çağda bile hala insanların İslamiyet’i kitaptan öğrenmelerine yönelik bir mantık yok. Ki! Peygamber Efendimizden sonra bile sahabeler Kuran ve Hadis’i yorumlamak için İsrailiyyat’a (İsrailliye kelimesinin çoğuludur) müracaat gereksinimi duymuşlardı. Bediüzzamanın ‘Muhakemat’ isimli eseri mevzu ile ilgili detaylı bilgi vermektedir.

Tevatürün oluşturduğu mümbit sahayı en iyi cemaatler kullandı. Sohbet şekilleri, insanlara ulaşma ve toplumla bağda bu vicdani IQ ön planda oldu. Sonuna kadar kullanıldı ve kullanılıyor. Öncelikle ‘şekil Müslümanının’ ihtiyaçları belirlendi. İnsanların içinde gerçeği ile çapraz çalışan ikinci bir mono vicdan oluşturuldu. Böylece içeride ve dışarıda farklı davranabilen bireyler oluştu. Kişinin hayatına sonradan giren konuşma ve dinlemeler sorgulanmak için asıl vicdana, kişinin eylemleri ise ikinci yapay vicdana gönderildi. Bu yüzden haklı olarak kişi anlatılanlarda vicdani olarak bir yanlış göremedi. Eylemler ise diğer yapay vicdana gönderildiği için orada da sıkıntı oluşmaz oldu. Bunların neticesinde bankacılık, tesettür, faiz, kılık-kıyafet, devletin yapısı, bireylerle ilişkiler gibi konularda ikili bir yapı oluşturuldu. Bu konular bireyin en mahreminden toplumun en genel geçer konularına kadar uzanıyordu. Doğrudan hayatı ilgilendiren bu konularda ikinci oluşturulan vicdanın IQ’su (suni olarak şişirildiği için) baskın geldi. Çünkü bu vicdan sadece bir kişinin değil tümden bir grubun tek-tip vicdanıydı. Hayatı boyunca tüm öğrendiklerini sözel gelenekten edinmiş kişi(ler) cemaat toplantılarındaki yeni duydukları her şeyi direkt olarak kabul etti. Çünkü başkaları da öyle yapıyordu.

Bireyin grup içinde eritilmesi mantığı sadece cemaatlerde değil tüm diğer sivil toplum örgütlerinde de işletildi. Zamanla bürokrasi, devlet daireleri ve insanın olduğu her yer aynı salgına maruz kaldı. Lider konuştuğuna göre sorumluluk da ondaydı. Ortada bir hata varsa suç sisteme atılabilirdi.

Gerek sosyal hayatının tüm evrelerinde, gerekse dini yaşantısında bu şekilciliğe maruz kalan insan; düşünce ufkunu daralttıkça daralttı. Çok rahat etmek için en az sorumluluğu almak gerekiyordu. Bilmenin getireceği sorumluluktan kurtulmanın yolu ise şekillere bürünmekten geçiyordu. Netice olarak bir insanda her ortama göre değişen yansıma karakterler gelişti.

(devam edecek)     

      

17 Aralık 2015 Perşembe

VEBAL


Sözlükte; sonunda ceza ve azap olan fiil, günah, sorumluluk manalarında Arapça isimdir. Kötü akıbet manası da vardır.

Vebali boynuna olmak: Bir işin günahından sorumlu olmak.

Farkında değiliz. Olmakta istemiyoruz. Ya da kendi adıma konuşayım; içimizi titretecek, uykularımızı kaçıracak, yemeden içmeden kesecek kadar gerçek manada farkında değilim ama bugün bu İslam coğrafyasında yaşananların kul olarak üzerimde çok büyük bir değil birden çok veballeri vardır.

Kendimizi yaşantının öylesine gidişine bıraksak da, her günü bitirecek birçok zavazingo eğlence bulsak da, ara sıra ibadetle veya minik yardımlarla vicdanlarımızı avutmaya çalışsak da bu vebal her geçen gün büyüyor. Büyüyor ve büyüyor.

Bugün ülke içinde yaşanan terör olayları, hemen altımızda cereyan eden Türkmen katliamı ve Orta-doğulu Müslümanların bitmez tükenmez çileleri, dünya Müslümanlarının çektikleri; bir zamanlar Bosna ve Hocalı da yaşananlar kadar bile bizleri etkilemiyor. Allah aşkına insan dindaşının, vatandaşının öldürülmesine nasıl bağışıklık kazanabilir? ‘Nasıl bu hale geldim(k)?’ Bir türlü anlam veremiyorum.

Arap baharı, BOP ve Rusya’nın da büyük katılımıyla devam her türlü savaş senaryosu bir bir gerçekleştiriliyor. Biz ise izliyoruz. Bitiş tarihi belli olmayan bu varlık mücadelesini izliyoruz. Buradaki ‘biz’ çok geniş. Bilirkişiler, kurumlar, otoriteler, zenginler, fakirler yani herkes izliyor. Adamlar yeniden tarih yazıyor, sınırları değiştiriyor biz ise kendi geçmişimizi konuşuyoruz. Şimdiyi görmemek için geçmişi konuşuyoruz. Bir kısım Kösem Sultanı, bir kısım 17-25 Aralığı, bir kısım Osmanlıya dönüşü konuşuyor. Bir kısım da Avm’leri ile, kardan adam camları ile, kırmızı şapkaları ile Noel’e hazırlanıyor. 

Bugün Acıpayam’a 15 km yakın Serinhisar ilçesinden bir şehidimiz vardı. Herkes de biliyor nicesini de şehit verdik. O şehit biz de olabilirdik. Onun annesi, babası, eşi, çocuğu veya kardeşi biz olabilirdik. İdrak için illa ki bizim mi olmamız gerekiyor. Çok anlattığımız kardeşliğimiz nerede?  Çok övündüğümüz Müslümanlığımız nerede? Dürüstlüğümüz? Orucumuz? Temizliğimiz(ruhsal)?

Farkında değiliz. Olmakta istemiyoruz. İmtihanın tam da ortasındayız.

Vebali boynumuza……… Allah sonumuzu hayır etsin.

Turgay URGUR


8 Aralık 2015 Salı

Hasbihal 21


Saygı değerini kazanmak için insan çok çaba sarf eder. Kaybetmek ise çok basittir.

İnsan kendisine bir şehir arar. Güvende olduğu, saygınlık duyduğu ve yaşamaktan mutlu olduğu bir şehir arar. Eğer kişinin yaşadığı şehir bir tercih sonucunda belirlenmişse, insan orada kendisine ait birçok şey bulmuştur. Ve insan işte o şehirde ölmek ister. Bu hep böyleydi.

Kaderimle birlikte yeni bir savaşa önderlik edeceğim. Doğruyu yaşayacağım, kıskançları ayaklarımın altına alacağım ve dostlarıma yanımda yer vereceğim. İyilik için söylenmiş her kelimeyi dinleyeceğim. Kimin söylediğine bakmayacağım.


Vatan demek; sokağında yürüdüğün bir şehir demektir. Odasında aşın piştiği bir ev demektir. Vatanın varsa var olursun. 

HASBIHAL


Benim gibi kitapla sonradan tanıştıysanız işiniz çok zordur. Uzun süre konsantre olamıyorsunuz. Ara ara ‘Neden okuyorum ki?’ sorusu karşınızda hortlayıveriyor. Okuduklarınız aklınızda kalmıyor. Sözün özü ve hülasası: üstünüzde biraz eğreti duruyor. Her neyse bunlar bahane değil. Yaşıyorsak ve yaşayacaksak okumaya devam edeceğiz.

Bugünün engelleri önceki zamanlardan farklı.

Toplum gereksiz yere ayrışmış durumda. Farklılıklar tabi ki de kendi başlarına birer zenginliktir. Zenginlik ama zenginlik olarak kullanılabilirse bir değere ulaşmış olurlar. Yoksa kakafoniden başka bir şey getirmezler.

Okumanın, dinlemenin ve düşünmenin yerini tümden konuşmaya bıraktık. Hatta eylemin yerini bile konuşmaya bıraktık. Sivil toplum örgütleri, TV’ler ve insanın olduğu diğer alanlar ‘konuşma’ ile dolular. 

7 Aralık 2015 Pazartesi

Felç 19

Sefilliğimizin selfisinde,
Laf yetiştirme ile,
Günah çıkartırken,
Vicdanı atlatıp,
Pespayeliğe erdik.

Soydaşın kanı,
Soysuzun ağzından akarken,
Yere dökülenleri silmeyi,
Kendimize teselli saydık.

Tembellik döşeğinde,
Gaflet uykusunda,
Şuurdan ur,
Fikirden kir,
Sözden öz çıkardık.

Benliği terk edip,
Taklit avareliğinde,
Kendimizi
Hem elin hem de ayağın,
Avanesi bulduk.

Bulunca da,
Üstüne üstelik,
Halimize şaşırdık.

Okumadan bilme,
Susmadan dinleme telaşıyla;
Utanmadan, sıkılmadan;
Bir de kendimizi,
Zifiri karanlıkta aynada
İnanmadan iman tesellisinde gördük.

Turgay URGUR

4 Aralık 2015 Cuma

Türkmenler


Dün gece saat 11 civarıydı. 4 yaşındaki kızım HANZADE uyumuştu. Bir arkadaşımızın evine ziyarete gitmiştik. ‘Uyku zamanım geçti yarın kreşe gitmem gerekiyor’ dedi. Allah herkesin çocuğuna rahat uykular nasip etsin. Çünkü onlar huzur içinde olunca, anne baba da huzur içinde oluyor.

Eşimle otururken TV kanallarını geziyordum. Birisinde spiker Türkmen bir komutanla dağlık bir arazide röportaj yapıyordu. Eliyle gösterdiği yerlerde köylerin ışıkları vardı.

Üzerinde çok özel bir askeri bir üniforma yoktu. Günlük kışlık kıyafetler vardı.

İzledim. Hepimizin konuştuğu Türkçe’yi konuşuyordu. Dedi ki…..

Burası bize Osmanlıdan emanet. Bizler Osmanlının torunlarıyız. Allah’ın izniyle Türkmen dağı düşmeyecek. (Yüksek sesle 7-8 defa tekrarladı.) Bu dağın arkasında bizim evlerimiz var. Biz Daeş değiliz. Bizim terörle işimiz olmaz. Bize bugün Rusya saldırıyor, Esed saldırıyor, İran saldırıyor. Misket bombaları atılıyor. Neden kimse duymuyor. Yıllar önce buraya geldik. Ve burayı koruyacağız. Ölürsek burada öleceğiz.  Arkamızda Türkiye var. Türk halkı var.

Spikerin gözlerinin dolduğunu gördüm.

Gözlerin doldu.

Birkaç gün önce Türkmen bir babanın şehit olmuş 3 evladına bakışını gördüm. İki kişi kollarından tutuyordu. Çocukların kıyafetleri kanlar içindeydi.

Dün başka bir kanalda 600’e yakın sivilin öldüğünü duydum.

Hep bildiğimiz şeyler değil mi?

Böyle bir dünyada, böyle bir zamanda nelerle uğraştığımızı düşündüm. Neleri dert ettiğimizi, nelerin peşinden gittiğimizi düşündüm. Neleri okuduğumuzu, neleri konuştuğumuzu, neleri izlediğimizi düşündüm.

Dökülüyoruz. Sefiliz farkında değiliz.

Allah sonumuzu hayır etsin. Allah oralarda erkekçe savaşanlara güç, kuvvet versin. Makamlarını cennet etsin.


Turgay URGUR

2 Aralık 2015 Çarşamba

Rusya



Anlayanlar ve çözüm odaklı olanlar için bir musibet bin nasihatten iyidir. Malum olaydan çıkarabileceğimiz birçok ders var. Hem ders var ve dersler var hem de yapmamız gerekenler var.

Rahmetli Erbakan’ın üzerinde çok durduğu bir konu vardı: Füze sanayisi ve teknolojisi. Ne kadar elzem olduğu elin uçağını düşürünce, Nato Patriotları çekince, hemen yanımıza bombalar düşünce anladık.

Ne mi olur? Kısa vadede restleşmeler devam eder. Uzun vadede birileri araya girer ve Türkiye uçağın ve pilotların tazminatını öder. Ya gizliden öder ya da açıktan öder. Hükümet açıktan ödemek istemez. 
Yapabilirse bu işi gizliden halleder. Zaten bir an önce de halletmek istiyor. Sonra yıllar sonra Devlet sırrı olmaktan çıkar ve çocuklarımız öğreniverir. Bedelin aslında kendi cebimizden çıktığını zamanla anlayıveririz. Şimdilerde AB söylemleri ile Türkiye’nin yanında gözüküyor ama kimse inanması ve kanmasın. Çok güçlü bir Doğu bloğunu asıl onlar istemiyor. Ortada (Ortadoğu’da)  istedikleri ise tam bu tablo. Ölen Müslümanlar, savaş için harcanmış petrol ve doğal kaynak gelirleri.

Yani… Asıl mesele; her konuda Millileşmek olmalıdır. Keşke yeni hükümetin yeni programla birlikte ana gündemi Millileşmek olsaydı. Birilerinin hayalini kurduğu gibi Osmanlı ruhu geri gelecekse, bu kuru kuruya ruh çağırmakla veya facebook’u Osmanlı zaferlerine boğmakla olmaz. A’dan Z’ye millileşmemiz gerekiyor.
Bağımsızlık ve üretkenlik üzerine bir sistem kurmalıyız. Bunun kesinlikle bir devlet politikasına dönüşmesi lazımdır. Vergi alırken, trafik cezasını Batıda keserken, polis gücünü doğru bir şekilde kullanırken, teröristle dağda mücadele ederken istersek nasılda prensipli ve organize olabiliyorsak; aynı şekilde Millileşmek de bir devlet politikası olmalıdır.

Yani Devlet hem diyecek hem de yaptıracak. Öncelik neyse onun için karar alacak ve uygulamaya geçecek. Diyecek ki! Enerji sorunumuz var, çözüm neyse gerekli tedbirleri alacak. Güvenlik sorunumuz var, kendi güvenlik sistemlerimizi geliştireceğiz. İthalat, ihracat sorunumuz var, en iyi şekilde durumu yönlendirecek. Tarım bakanlığını iyi bir şekilde çalıştıracak.

Tabi bunları yaparken de öncelikli olarak popüler siyasetten arınacak. Açılış ve fotoğraf siyasetini bırakacak, televizyonları istediği gibi kullanmayı terk edecek ve her şeyden önce her türlü israftan kurtulacak. Korsan siyaset yapanların ağzına alınan makam arabalarının, Hollanda’dan gelen lalelerin, kısacası boşuna yapılan her türlü harcamanın lafını vermeyecek. Çünkü yapmayacak ve yaptırmayacak. Nasıl ki! Koreliyi, Japonu bazı karakteristik özelliklerinden dolayı kutluyorsak, kendimiz de (Madem Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle %99 Müslümanız) inancımızın tüm gereksinimlerini hayatımıza aksiyon olarak geçireceğiz. Çalışacağız, israf etmeyeceğiz, çaldırmayacağız, gereksiz yere dağıtmayacağız.

Olur mu? Olmaz. Ak partinin 3 dönem karnesi bu dediklerim konusunda ancak 10 üzerinden 5 alır. Olay seçmenin en basit tercih nedenindeki ifadesiyle; diğerleri bu kadar da yönetemez.
Allah sonumuzu hayır etsin. 2015 bol aksiyonlu bir yıldı. Dünyanın birçok yerinde şehitler vardı. İnşaallah 2016 hayırlara vesile olur. Muhabbetle, 

Turgay URGUR

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...