Dini konularda ehil olduğunu iddia eden birisinin edebiyat, felsefe, psikoloji, halka ilişkiler bilmemesini Müslümanlığına
bağlayamayız ki! zaten Cuma günü camiyi dolduran kendi işlerinde mahir
insanların ekser çoğunluğu da yazılı olarak ne Kuran ne de Hadis konularında
çocukluk yıllarında ezberlediklerinin dışında bir şey bilmiyorlardır. Çünkü
mesele aslında medeniyet ve kültür meselesidir. İkisinin canlılığının devam
ettirilmesidir.
(lafım kendime- Benim gibi hiç birisini bilmeyip de
eleştirenler de ıslah olur inş.)
Sonrasında ise Yusuf
İslam’ın “Eğer islam’ı Kuran’dan değilde Müslümanlardan öğrenseydim, eğer
Kuran’dan önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım.” Tespitiyle
karşı karşıya kalıyoruz. İddia çok büyük kapsamlı ve doğrudan tüm ‘Müslümanım’
diyenleri ilgilendiriyor. Yani Yusuf İslam diyor ki! Kuranda anlatılanları ve
Hz. Peygamberin anlattıklarını yaşayan yok diyor. Lafı; boşuna inanıyorsunuz,
inanıyor gibi yapıyorsunuz çünkü kendinizi kandırıyorsunuz demeye getiriyor.
Henüz birileri çıkıp da Yusuf İslam’a cevap vermedi. Cevabın uzaması ayrı bir
acizlik ve üstüne almazlık. Camilerin tuvalet ve şadırvanlarının temizliğinin
vebalini üzerine almayan diyanet işlerinin de bir cevap için kaygılandığını
düşünmüyorum.
Neuzibillah, Hristiyan
veya Yahudi olsaydık da büyük bir olasılıkla sokaklarımız yine medeniyetten
uzak, adalet mekanizmamız işlemez, teknoloji seviyemiz de aynı yerlerde
olacaktı. Çünkü hayatta önceliğimiz Kitabın kullardan bekledikleri ve son İlahi
mesajın doğru uygulanması yönünde değil. Önceliği acımasızlaştırılmış hayat
kurgusunda bir üst seviyeye, rahat tura geçmek üzerine bağlanmış durumdayız. Bu
yüzden istekler son bulmuyor. Bir evden diğerine, bir arabadan diğerine, bir
telefondan diğerine geçişler hayatın edinilmiş ve öğretilmiş alışkanlığa dönüştürülüyor.
Şu anda çoğu insanın en iyi yaptığı şey: sahip olduğunun bir üstünün
özelliklerini tanımak, tanımaya çalışmak. Bu tür bir topluluğun kalıcı ve iddialı bir medeniyet
hayali kurması çocukçadır.
Tevatür, Müslüman
kimliğinin oluşmasında ısrarla en etkin ve kısa yol olarak kullanılıyor. Kişi
kaç yaşına gelirse gelsin din hakkında öğrendiklerini yazılı kaynaklardan
öğrenmiyor. Aile içindeki dini eğitim de, okulda devam ettirilen de, cami de
anlatılanda tevatür merkezli. Öğretiyi ve öğrenme yöntemini yazılı bir sistem
üzerine kurmuyoruz. Ders adına(pozitif bilimler), akademik kariyer adına
yapılanlar baştan sona yazıya dayalı bir sistemle değerlendiriliyor. Lakin
bugün, bu çağda bile hala insanların İslamiyet’i kitaptan öğrenmelerine yönelik
bir mantık yok. Ki! Peygamber Efendimizden sonra bile sahabeler Kuran ve
Hadis’i yorumlamak için İsrailiyyat’a (İsrailliye kelimesinin çoğuludur)
müracaat gereksinimi duymuşlardı. Bediüzzamanın ‘Muhakemat’ isimli eseri mevzu
ile ilgili detaylı bilgi vermektedir.
Tevatürün oluşturduğu
mümbit sahayı en iyi cemaatler kullandı. Sohbet şekilleri, insanlara ulaşma ve
toplumla bağda bu vicdani IQ ön planda oldu. Sonuna kadar kullanıldı ve
kullanılıyor. Öncelikle ‘şekil Müslümanının’ ihtiyaçları belirlendi. İnsanların
içinde gerçeği ile çapraz çalışan ikinci bir mono vicdan oluşturuldu. Böylece içeride
ve dışarıda farklı davranabilen bireyler oluştu. Kişinin hayatına sonradan giren
konuşma ve dinlemeler sorgulanmak için asıl vicdana, kişinin eylemleri ise
ikinci yapay vicdana gönderildi. Bu yüzden haklı olarak kişi anlatılanlarda
vicdani olarak bir yanlış göremedi. Eylemler ise diğer yapay vicdana
gönderildiği için orada da sıkıntı oluşmaz oldu. Bunların neticesinde
bankacılık, tesettür, faiz, kılık-kıyafet, devletin yapısı, bireylerle
ilişkiler gibi konularda ikili bir yapı oluşturuldu. Bu konular bireyin en
mahreminden toplumun en genel geçer konularına kadar uzanıyordu. Doğrudan hayatı
ilgilendiren bu konularda ikinci oluşturulan vicdanın IQ’su (suni olarak
şişirildiği için) baskın geldi. Çünkü bu vicdan sadece bir kişinin değil tümden
bir grubun tek-tip vicdanıydı. Hayatı boyunca tüm öğrendiklerini sözel
gelenekten edinmiş kişi(ler) cemaat toplantılarındaki yeni duydukları her şeyi
direkt olarak kabul etti. Çünkü başkaları da öyle yapıyordu.
Bireyin grup içinde eritilmesi
mantığı sadece cemaatlerde değil tüm diğer sivil toplum örgütlerinde de
işletildi. Zamanla bürokrasi, devlet daireleri ve insanın olduğu her yer aynı
salgına maruz kaldı. Lider konuştuğuna göre sorumluluk da ondaydı. Ortada bir
hata varsa suç sisteme atılabilirdi.
Gerek sosyal hayatının
tüm evrelerinde, gerekse dini yaşantısında bu şekilciliğe maruz kalan insan;
düşünce ufkunu daralttıkça daralttı. Çok rahat etmek için en az sorumluluğu
almak gerekiyordu. Bilmenin getireceği sorumluluktan kurtulmanın yolu ise
şekillere bürünmekten geçiyordu. Netice olarak bir insanda her ortama göre
değişen yansıma karakterler gelişti.
(devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder