19 Mart 2016 Cumartesi

MUHKEM BİR İRADE (1)


İhtiyacımız olan muhkem bir irade, dize gelmiş bir nefistir. Feylosofene söylenmiş sözlere, ruhtan yoksun düşüncelere, asıldan uzak teşbihlere doyduk. Dünyanın safsatasıyla, insanlığın buzdan şatafatıyla haylice eğlendik. Eğlendik ve yeterince aldandık. Ne hatayı başkalarında bulma kolaycılığımız ne de zoru görünce ümitsizliğe düşme yanılgımız tükendi. İşin başına geçmek hep zor geldi. En kolayı; kendimize 'denenmiş ama ispata ulaşmamış bir ideoloji' bulmak oldu. Bu ideolojiler çoğu zaman başka düşüncelerin yağmurundan kaçmak için sığınak, bazen saldırıya geçmek için kalkan oldular. Dışarıdaki tamtandan korkumuza ne sığınaktan başımızı çıkardık, ne de kalkan yükünü atıp adam akıllı karşımızdakini göğüsledik. Başımızı yastığa koyduğumuzda ise içimizi kemirenlerin istikrarlı ilerleyişlerinin sesiyle her geçen gece biraz daha içimize büzüştük. ‘Boşa geçen zaman, yukarı-aşağı zıplayan karakterler, günah ve pişmanlıklar arasında aşınan yollar; nihayetinde bu yollardan da çıkışlar’ tümden etrafımızı kuşattı. Benliklerimizi sıkıştırdı.  Şimdiye kadarki tüm medeniyetlerde görülmemiş bir hızla bedenlerimizden önce ruhlarımız ölümün eşiğine geldi. Sonsuz bir hayatı daha yaşarken kaybetmek üzereydik. Kimimiz 30’a, kimimiz 50’ye, kimimiz 70’ye ulaştı. Onca okumaya, bilirkişi muhabbetlerine rağmen, bir türlü nereye gittiğimizi anlayamadık. Her geçen saniye dünyanın bitişini çığırırken, biz ise koskoca galaksinin dönüşüne ve gidişine dur deme ahmaklığına büründük. Yani kısacası; aldandık.


İçimiz yanıyor. Halen daha biriktirmenin, kazanmanın, çoğalmanın-çoğaltmanın oyun olduğunu idrak edemedik. Mal ve mülk oyalıyor. Ustaca ve milyon yılların tecrübesiyle  “Gel biraz da sen eğlen.” diyor. “Ne olacak ki? Daha çok zamanın var.” diyor. Ne makamlı(?) selalar, ne her gün verdiğimiz şehitler ne de günlük diğer çaresiz gidişler bize ‘tık’ dedirtmiyor. İnanıyoruz ama bilmek istemiyoruz.  

Müslümanlığımızdan çok sağcılığımızı, solculuğumuzu konuştuk. Gün geldi, mezhepçilik boyutunun bir tık üstünde cemaatçilik tercihlerine zorlandık. Sade ve anlaşılır ama yaşanır inanmanın yerini ‘nasıl inanmamız gerektiğini’ öğrenmeye bırakmamız telkin edildi. Ne sağcılar yapmadıklarını yapıyor gibi anlatmaktan ne de solcular evrensel değerler iddiasındayken dini değerleri küçültmekten utandı. ( Bu iddia herkesi kapsamaz, genelleme değildir!) Oysa secdeden kaçış yaratılıştan kaçıştı. Seni, beni, şucusu, bucusu yoktu. Ve herkes kendi ve kendine yaptıkları kadar yapmadıklarının da hesabını verecekti. Evet bizler hesap gününü de inandık ama dünyalık işler gibi onu da ertelemek ve ötelemek istedik. Edep perdesi tümden yırtılsa tekrar dünyaya gönderilmeyi isteyecektik. Ve zaten istiyormuşuz da…. (İnsan hesap günü Allah’ım bizi tekrar dünyaya gönder dermiş. Gönder de biz iyi insan olalım dermiş.)


İhtiyacımız olan muhkem bir irade, dize gelmiş bir nefistir. Öyle bir Şeriatın ümmetiyiz ki akıl ve nakil el ele verip hem dünyamızı hem de ahiretimizi kurtarır. Öyle bir Kitabın muhataplarıyız ki! Hem işimizi kolaylaştırır hem de huzur verir. İnsanı laf ebesi yapan fuzuli edebiyattan kurtarır, sadece kurtarmakla kalmaz belagatin zirvelerinde gezdirir. Susmanın ve susamanın verdiği hazzı tattırır. Ve Kuran bize Resul-ü Ekrem’in fasih dili vasıtasıyla seslenir. ‘Okuyun’ beni der. ‘Dinleyin’ beni der.       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...