İhtiyacımız olan muhkem
bir irade, dize gelmiş bir nefistir. Feylosofene söylenmiş sözlere, ruhtan
yoksun düşüncelere, asıldan uzak teşbihlere doyduk. Dünyanın safsatasıyla,
insanlığın buzdan şatafatıyla haylice eğlendik. Eğlendik ve yeterince
aldandık. Ne hatayı başkalarında bulma kolaycılığımız ne de zoru görünce ümitsizliğe
düşme yanılgımız tükendi. İşin başına geçmek hep zor geldi. En kolayı; kendimize 'denenmiş ama ispata ulaşmamış bir ideoloji' bulmak oldu. Bu ideolojiler çoğu
zaman başka düşüncelerin yağmurundan kaçmak için sığınak, bazen saldırıya
geçmek için kalkan oldular. Dışarıdaki tamtandan korkumuza ne sığınaktan başımızı
çıkardık, ne de kalkan yükünü atıp adam akıllı karşımızdakini göğüsledik. Başımızı
yastığa koyduğumuzda ise içimizi kemirenlerin istikrarlı ilerleyişlerinin
sesiyle her geçen gece biraz daha içimize büzüştük. ‘Boşa geçen zaman,
yukarı-aşağı zıplayan karakterler, günah ve pişmanlıklar arasında aşınan
yollar; nihayetinde bu yollardan da çıkışlar’ tümden etrafımızı kuşattı. Benliklerimizi
sıkıştırdı. Şimdiye kadarki tüm medeniyetlerde
görülmemiş bir hızla bedenlerimizden önce ruhlarımız ölümün eşiğine geldi. Sonsuz
bir hayatı daha yaşarken kaybetmek üzereydik. Kimimiz 30’a, kimimiz 50’ye,
kimimiz 70’ye ulaştı. Onca okumaya, bilirkişi muhabbetlerine rağmen, bir türlü
nereye gittiğimizi anlayamadık. Her geçen saniye dünyanın bitişini çığırırken,
biz ise koskoca galaksinin dönüşüne ve gidişine dur deme ahmaklığına büründük. Yani
kısacası; aldandık.
İçimiz yanıyor. Halen daha
biriktirmenin, kazanmanın, çoğalmanın-çoğaltmanın oyun olduğunu idrak edemedik.
Mal ve mülk oyalıyor. Ustaca ve milyon yılların tecrübesiyle “Gel biraz da sen eğlen.” diyor. “Ne olacak
ki? Daha çok zamanın var.” diyor. Ne makamlı(?) selalar, ne her gün verdiğimiz
şehitler ne de günlük diğer çaresiz gidişler bize ‘tık’ dedirtmiyor. İnanıyoruz
ama bilmek istemiyoruz.
Müslümanlığımızdan çok
sağcılığımızı, solculuğumuzu konuştuk. Gün geldi, mezhepçilik boyutunun bir tık
üstünde cemaatçilik tercihlerine zorlandık. Sade ve anlaşılır ama yaşanır
inanmanın yerini ‘nasıl inanmamız gerektiğini’ öğrenmeye bırakmamız telkin
edildi. Ne sağcılar yapmadıklarını yapıyor gibi anlatmaktan ne de solcular
evrensel değerler iddiasındayken dini değerleri küçültmekten utandı. ( Bu iddia
herkesi kapsamaz, genelleme değildir!) Oysa secdeden kaçış yaratılıştan
kaçıştı. Seni, beni, şucusu, bucusu yoktu. Ve herkes kendi ve kendine
yaptıkları kadar yapmadıklarının da hesabını verecekti. Evet bizler hesap
gününü de inandık ama dünyalık işler gibi onu da ertelemek ve ötelemek istedik.
Edep perdesi tümden yırtılsa tekrar dünyaya gönderilmeyi isteyecektik. Ve zaten
istiyormuşuz da…. (İnsan hesap günü Allah’ım bizi tekrar dünyaya gönder dermiş.
Gönder de biz iyi insan olalım dermiş.)
İhtiyacımız olan muhkem
bir irade, dize gelmiş bir nefistir. Öyle bir Şeriatın ümmetiyiz ki akıl ve
nakil el ele verip hem dünyamızı hem de ahiretimizi kurtarır. Öyle bir Kitabın
muhataplarıyız ki! Hem işimizi kolaylaştırır hem de huzur verir. İnsanı laf
ebesi yapan fuzuli edebiyattan kurtarır, sadece kurtarmakla kalmaz belagatin
zirvelerinde gezdirir. Susmanın ve susamanın verdiği hazzı tattırır. Ve Kuran
bize Resul-ü Ekrem’in fasih dili vasıtasıyla seslenir. ‘Okuyun’ beni der.
‘Dinleyin’ beni der.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder