12 Nisan 2016 Salı

ULAK 2 (UYANIŞ SERİSİ)



Ahmet’in kütüphanesinin düzenli olmasını beklememek gerekiyordu. Bu dağınıklık ona babasından kalmıştı. Aradığı kelimeyi ansiklopedide bulamamıştı. Tam ansiklopediyi yerine koyarken, raftan bir kitap düştü. Kitabın arasında bir not vardı. Babasının el yazısını hemen tanıdı. Ve okumaya başladı…..  bu yazı bir mektubu andırıyordu.

Evladım, yavrucuğum;
“Su gibi aziz ol ve gideceğin yeri bil,
Bil ki! Bu gidiş senin elinde değil.”  

Medeniyet yerini betonlara bırakmıştı. Ruhlar ev ve iş yerleri arasında sıkışmış, insan yemek ve uyumak arasında yaşıyordu. İnanç ve küfür savaşı yerini ‘nasıl inanılacağına’ bırakmıştı. Bu nasıl’ı insanlar Son Mesajdan değil, cahiliye dönemlerini aratmayan kişisel yorumlardan bulmaya-çıkarmaya çalışıyordu. Herkes bilirkişi, herkes uzman, herkes sorgulayandı. Ve insan; zor ve imkânsız olanı seçti. Bulunanı, anlatılanı görmezden gelip sil baştan alfabeyi yazacak, kendince hayatın mahiyetine tarifler biçecek ve isteyen istediği tarife uygun mesai dolduracaktı. Kulluk yerini zorunlu sabah8-akşam5 vardiyasına bırakmıştı. 1/3 çalışmak, 1/3 uyumak ve geriye kalan 1/3 ise kazandıklarını yemekti. Cumartesi-Pazar yatmalı, yazları tatile gitmeliydi. Bu da yetmezdi çünkü her yaptığımızı paylaşmalıydık. Rezillik paylaştıkça büyüyordu.

Şükür ki, fikir ki, zikir ki! Bir gün…. Önden giden atlıların şehrinden, tarihin sır kokan mahzeninden, Yusuf vari zindanlardan, Rusya’nın esir kamplarından, ilden ile sürgünlerden bir ses geldi. Kan ile yazılan satırlar kibrit kutularından dilden dile, elden ele ulaştı. Önce tenhalarda yankı buldu. Kuytularda dinlendi. Her düştüğü dimağda depremler oluşturdu. Yürekler sonsuzluğa vurulan zincirlerin farkına vardı. Ruhlar sarsıldı. Mevzu insanın varoluşu kadar büyük, çözülmezse yok oluş kadar ehemmiyetliydi.

İö 450’de Bakkhalar’da “Ne mutlu bahtı açık olana, ne mutlu tanrıların sırlarına erene! Hayatını temizleyip günahlardan ruhunu Bakkhos’a verene! Tanrının kutsal bedenine ait olanlara birleşene!” diyen Euripides’in çığlıkları “Ayetü’l Kübra’da Kainattan Halık’ını soran bir seyyahın müşahedatında” boğuluyordu. Ama ne yazık ki! Atinanın hikmeti yerde arayan Dionysosları, herkesin her vakit hayretle baktıkları gibi semavatı en başta, en kolaydan görmenin zevkine erişememişti. Asıl iş, asıl öz düşündükten sonra tevekkül limanlarında korunmaktaydı.

İnsan gibi en mükemmel varlık hayat mucizeleri karşısında suskun ve puskun kalamaz. İdrakini nimete yakınlaştırmalı; güneşin ve yıldızların, bulutun ve yağmurun, suyun ve toprağın, tohumun ve çiçeğin bağını-bağlarını irdelemelidir. Ve bağları Kuranı görmelidir.

Baban.
Selam ile kal,

Ahmet babasının bu yazısının kendisine yazılmış olduğunu anladı.  Tam bulmuş olduğu kağıdı kitabın arasına koyacaktı ki bir de ne fark etsin. Kitabın üstünde “Sandukça” yazıyordu ve yazarı olarak da Ahmet’in babasının ismi vardı. Göz alıcı kırmızı kabı olan kalınca kaliteli bir kitaptı. Ahmet bir süre kendine gelemedi. Kanepenin ucuna otura kaldı. Şu an tam 23 yaşındaydı. Bu gün adeta onun yeniden doğduğu gündü. Ağlamak ve merak arasında kalakaldı. O gece kitabı baştan sona okumak istedi. Kapısından başını eğerek geçtiği odasına kapandı. Bu odanın penceresi yoktu. Kapıyı kapattı ve okumaya başladı. Kitabın yarısına gelmişti ki bir anlık dinlenmek için başını yere koydu. Rüyasında uzun boylu, yeşil sarıklı ulak geldi ve ona 3 defa ‘git’ dedi.     

Ve Ahmet üç gün sonra yola düştü. Gideceğini kimseye söylemedi. Sadece bir gece evvelinde uyumadan önce epey bir hayal kurdu. İçinden bir his ona yanına hiçbir şey almaması gerektiğini fısıldadı. Birkaç elbise, bir bıçak ve kibrit aldı. Sabah uyandığında güneşe baktı. Güneşinin doğuşunu bir insan hayatında kaç defa görürdü ki? 18-20 bin kadar anca görebilirdi. Çok muydu? Şehir hala uyuyordu. Sokaklarda dünlerin telaşının yorgunluğu vardı. İçini ferahlatan ve felahlatan bir nesimi serinlik doldu. Şehrin büyük yollarından çıkıp, küçük ara yollara girdi. Biraz yüksek bir yere çıktığında arkasına döndü ve şehre baktı. Ne kadar da küçüktü. Yüzünde bir tebessüm belirdi. İlerledikçe ağaçlar artıyor, kuş sesleri duyuluyordu.  Epey bir yorulmuştu. Neredeyse bir tepenin daha zirvesine varmak üzereydi. En azından biraz daha gideyim ve tepenin en üstünde dinleneyim diye düşündü. Tam ulaşmak isteğini yere vardığında gördüklerine inanamadı. Çıkmış olduğu zirveden muhteşem bir vadiyi görüyordu. Ağaçtan evler vadinin içine serpilmişti. Evlerin bahçelerinde çalışan insanları ve bazı küçük hayvanları fark etti. İçinde tatlı bir merak uyandı.  Çok fazla dinlenmeden tepeden aşağıya hızlı adımlarla indi. İnerken gömleğinin cebindeki 3 adet küçük kâğıdı fark etti. Annesinin el yazısıyla yazılmıştı ve her bir kâğıtta sadece birer tane kelime vardı. Kelimeleri okudu. Kafasında çok da bir şey canlanmadı ve kâğıtları tekrar gömleğinin cebine koydu.  Önüne ilk çıkan kişi sanki yıllardır onu tanıyormuş gibi hoş geldin dedi. Hiç tanımadığı bir kişinin ona bu kadar sıcak davranması onu şaşırttı. Lakin bu çok güzel bir duyguydu. Biraz daha ilerleyince birbirinin arkasından koşan çocuklar koşarak etrafını sardılar ve adeta onun gelişindeki mutluluklarını ona yaşatırcasına sevgilerini gösterdiler. Hayır, bunlar rüya değildi.  İçini çok öncelerden anımsadığı bir huzur kapladı. Burada yaşayan insanların çok bir şeyi yoktu ama fazlasıyla mutlu görünüyorlardı.  Ahmet en sonunda bu yerin meydanına geldi. ‘Selamün Aleyküm’ dedi. Oturanların hepsi birden ayağa kalkarak Ahmet’i selamladı. Ahmet işin gerçeği herkesin hep bir ağızdan kendisini selamlamasına şaşırdı.  Boş olan bir masaya oturdu.
Orta yaşlı bir amca: Ahmet nasılsın?
Ahmet: İyiyim şükür. Siz nasılsınız?
Amca:  Allah’a şükür iyiyiz.
Ahmet: Ne güzel! Burada yaşayan insanları mutlu gördüm. Oysa sabah geride bıraktığım insanların tek düşündüğü şey işleri ve nedense hiçbirisi mutlu değil.
Amca:  Çünkü ne günü zamanlara, ne de insanları gruplara böldük. Asıl vazifemiz her şeyin önünde gelir. Hiçbir şey bizi asıl vazifemizden alıkoyamaz.
Ahmet: Asıl işiniz kesinlikle çok zordur öyleyse.
Amca: Bilakis, çok kolaydır. Hem dile, hem ele eziyeti yoktur. Ve onu bulan dili ile kalbi arasındaki bağı kurmuş olur.
Ahmet: Merak ettim, asıl işiniz nedir?      
İnsanlar Ahmet’in bu cevabına çok şaşırdı. Birbirilerinin yüzüne baktılar.
Amca: Hani buraya gelirken cebinde annenin yazmış olduğu kağıtlar vardı ya…. Bizim işimiz onlardır.
Ahmet biraz duraksadı, elini tekrar cebine attı ve kağıtları buldu. Bu sefer onları biraz sesli okudu.
Kağıtta fikir, zikir, şükür yazıyordu.

Amca Ahmet’e 3 kişiyi tarif etti.

-“Onlar sana bu üç kelimenin hayattaki karşılığı anlatacaklar.” dedi.

-Peki, onları nerede bulabilirim?

Diğerleri Ahmet’in bu sorusuna tebessüm etti. Ahmet onların bu tebessümüne karşı nedense birazcık mahcubiyet duydu.

Amca: Onları bulamazsın. Onlar seni bulacaklar. Onlar seni görecekler ve zaten görüyorlar.

Ahmet’in kafası tümden karıştı. İnsanın kendi aradıkları kendisinin ayağına nasıl gelirdi ki? Ahmet hayatının ekser çoğunluğunu düşünmekle ve yazmakla geçirmişti. ‘Sabır nedir?’ ‘Tevekkül nedir?’ ‘Beklemek nedir?’ gayet iyi biliyordu. Ve içinden ‘hayırlısı olsun’ dedi. Müsaade istedi ve tekrar yola çıktı. Akşam olmadan evine dönmek istiyordu. Evinden içeriye adım atarken akşam ezanı anca okunuyordu. Ezanın hızlı okunuşu gençlikten, fanilikten ve ölümden haber veriyordu. Odasına girdi. Namazdan sonra babasından kendisine kalan kitabı tekrar açtı. Birden kitabın arka kabında bir kabarıklık fark etti. Sanki orada ayrı bir mektup veya kâğıt gibi bir şey vardı. Aynen tahmin ettiği gibi eliyle biraz daha yoklayınca bunun bir mektup olduğunu anladı. Kitabın arka kısmını kenarlarından açtı. Bir de ne görsün? Beyaz bir zarf ve zarfın üstünde bir çizgi. Zarfı açtı. İçinden 3 adet kağıt çıktı.

Zaman durdu. İçinden….

“Aman Allah’ım! Bu yaşadıklarım tesadüf olamaz. Hayat nasıl bir şeydir? İnsanın vazifesi nedir? Nereye gidiyoruz?” dedi.

Merakla birinci kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı.

Evlat. Tüm düşüncelerin, aklından geçenler fikrindir. Okuduklarınla onları toprağa serper, büyütür ve meyveye dönüştürürsün. Onun için onları seçerken titiz davran çünkü tohum birdir, toprak birdir. Başkalarının bakışı, sevgisi onları senin gibi koruyamaz. Öyle ise fikrine sahip çık. Onu boşluktan, faydasızlıktan koru. Hırs ile onu ziyan etme.  

Hemen ikinci mektuba geçti.

Evlat. Dilinden dökülenler zikrindir. Zikir ruhun yansımadır. Zikrin iyiyse ruhun güzelleşir ve için huzura erer. Hayattaki en güzel zikir; hiç şüphesiz Allah’ı anmaktır. Allah’ı anan güzel konuşur, az konuşur ve dua ile konuşur. Öyle ise onu ruhun düşmanı pis sözlerden uzak tut. Mübalağa, kahkaha ve yalandan koru.

Ve son mektup.

Evlat. Kalbinde tuttukların şükründür. Verilenlere gönülden ‘Elhamdülillah’ demektir. Bu insanı kanaat semalarında gezdirir. Tevekkül denizlerine ulaştırır. Şükür insanı huzura boğar. Öyle ise başına gelen sıkıntılara gereksiz yere üzülme. Hak etmediklerinin hesabını sormak yerine sana verilenlerin borcunu ödemeye çalış.

Ahmet’in bugün yaşadıkları öyle ilginçti ki anlatılamaz. Ama halen daha cevapsız bir soru vardı.

Tam o sırada annesi içeri girdi. Ahmet şimdi anlamıştı. Madem ki annesi fikir, zikir ve şükür yazılarını cebine koymuştu. Öyleyse yaşlı amcanın bahsettiği 3 kişiyi de biliyor olmalıydı. Ahmet tüm yaşadıklarını annesine anlattıktan sonra annesine bu 3 kişiyi sordu.

Annesi de hafiften gülümseyerek dedi ki!


Hani sabahları evden çıkarken aynaya bakıyorsun yaaa….


Her yeni gün mucizesinde hayata olan merakın fikrindir. Günlük 5 vakit namazın zikrindir. Bu hayat bitmeden onu anlaman ve kıymetini bilmen ise şükründür. 
TURGAY URGUR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...