Ahmet’in kütüphanesinin düzenli olmasını beklememek gerekiyordu. Bu dağınıklık
ona babasından kalmıştı. Aradığı kelimeyi ansiklopedide bulamamıştı. Tam ansiklopediyi
yerine koyarken, raftan bir kitap düştü. Kitabın arasında bir not vardı. Babasının
el yazısını hemen tanıdı. Ve okumaya başladı….. bu yazı bir mektubu andırıyordu.
Evladım, yavrucuğum;
“Su gibi aziz ol ve gideceğin yeri bil,
Bil ki! Bu gidiş senin elinde değil.”
Medeniyet yerini betonlara bırakmıştı. Ruhlar ev ve iş yerleri arasında
sıkışmış, insan yemek ve uyumak arasında yaşıyordu. İnanç ve küfür savaşı
yerini ‘nasıl inanılacağına’ bırakmıştı. Bu nasıl’ı insanlar Son Mesajdan
değil, cahiliye dönemlerini aratmayan kişisel yorumlardan bulmaya-çıkarmaya
çalışıyordu. Herkes bilirkişi, herkes uzman, herkes sorgulayandı. Ve insan; zor
ve imkânsız olanı seçti. Bulunanı, anlatılanı görmezden gelip sil baştan
alfabeyi yazacak, kendince hayatın mahiyetine tarifler biçecek ve isteyen
istediği tarife uygun mesai dolduracaktı. Kulluk yerini zorunlu sabah8-akşam5
vardiyasına bırakmıştı. 1/3 çalışmak, 1/3 uyumak ve geriye kalan 1/3 ise
kazandıklarını yemekti. Cumartesi-Pazar yatmalı, yazları tatile gitmeliydi. Bu
da yetmezdi çünkü her yaptığımızı paylaşmalıydık. Rezillik paylaştıkça
büyüyordu.
Şükür ki, fikir ki, zikir ki! Bir gün…. Önden giden atlıların şehrinden,
tarihin sır kokan mahzeninden, Yusuf vari zindanlardan, Rusya’nın esir
kamplarından, ilden ile sürgünlerden bir ses geldi. Kan ile yazılan satırlar
kibrit kutularından dilden dile, elden ele ulaştı. Önce tenhalarda yankı buldu.
Kuytularda dinlendi. Her düştüğü dimağda depremler oluşturdu. Yürekler
sonsuzluğa vurulan zincirlerin farkına vardı. Ruhlar sarsıldı. Mevzu insanın
varoluşu kadar büyük, çözülmezse yok oluş kadar ehemmiyetliydi.
İö 450’de Bakkhalar’da “Ne mutlu bahtı açık olana, ne mutlu tanrıların
sırlarına erene! Hayatını temizleyip günahlardan ruhunu Bakkhos’a verene!
Tanrının kutsal bedenine ait olanlara birleşene!” diyen Euripides’in çığlıkları
“Ayetü’l Kübra’da Kainattan Halık’ını soran bir seyyahın müşahedatında”
boğuluyordu. Ama ne yazık ki! Atinanın hikmeti yerde arayan Dionysosları,
herkesin her vakit hayretle baktıkları gibi semavatı en başta, en kolaydan
görmenin zevkine erişememişti. Asıl iş, asıl öz düşündükten sonra tevekkül
limanlarında korunmaktaydı.
İnsan gibi en mükemmel varlık hayat mucizeleri karşısında suskun ve puskun
kalamaz. İdrakini nimete yakınlaştırmalı; güneşin ve yıldızların, bulutun ve
yağmurun, suyun ve toprağın, tohumun ve çiçeğin bağını-bağlarını irdelemelidir.
Ve bağları Kuranı görmelidir.
Baban.
Selam ile kal,
Ahmet babasının bu yazısının kendisine yazılmış olduğunu anladı.
Tam bulmuş olduğu kağıdı kitabın arasına
koyacaktı ki bir de ne fark etsin. Kitabın üstünde “Sandukça” yazıyordu ve
yazarı olarak da Ahmet’in babasının ismi vardı. Göz alıcı kırmızı kabı olan kalınca
kaliteli bir kitaptı. Ahmet bir süre kendine gelemedi. Kanepenin ucuna otura kaldı.
Şu an tam 23 yaşındaydı. Bu gün adeta onun yeniden doğduğu gündü. Ağlamak ve
merak arasında kalakaldı. O gece kitabı baştan sona okumak istedi. Kapısından başını
eğerek geçtiği odasına kapandı. Bu odanın penceresi yoktu. Kapıyı kapattı ve
okumaya başladı. Kitabın yarısına gelmişti ki bir anlık dinlenmek için başını
yere koydu. Rüyasında uzun boylu, yeşil sarıklı ulak geldi ve ona 3 defa ‘git’
dedi.
Ve Ahmet üç gün sonra yola düştü.
Gideceğini kimseye söylemedi. Sadece bir gece evvelinde uyumadan önce epey bir
hayal kurdu. İçinden bir his ona yanına hiçbir şey almaması gerektiğini
fısıldadı. Birkaç elbise, bir bıçak ve kibrit aldı. Sabah uyandığında güneşe
baktı. Güneşinin doğuşunu bir insan hayatında kaç defa görürdü ki? 18-20 bin
kadar anca görebilirdi. Çok muydu? Şehir hala uyuyordu. Sokaklarda dünlerin telaşının
yorgunluğu vardı. İçini ferahlatan ve felahlatan bir nesimi serinlik doldu.
Şehrin büyük yollarından çıkıp, küçük ara yollara girdi. Biraz yüksek bir yere
çıktığında arkasına döndü ve şehre baktı. Ne kadar da küçüktü. Yüzünde bir
tebessüm belirdi. İlerledikçe ağaçlar artıyor, kuş sesleri duyuluyordu.
Epey bir yorulmuştu. Neredeyse bir tepenin daha zirvesine varmak üzereydi.
En azından biraz daha gideyim ve tepenin en üstünde dinleneyim diye düşündü.
Tam ulaşmak isteğini yere vardığında gördüklerine inanamadı. Çıkmış olduğu
zirveden muhteşem bir vadiyi görüyordu. Ağaçtan evler vadinin içine
serpilmişti. Evlerin bahçelerinde çalışan insanları ve bazı küçük hayvanları
fark etti. İçinde tatlı bir merak uyandı. Çok fazla dinlenmeden tepeden
aşağıya hızlı adımlarla indi. İnerken gömleğinin cebindeki 3 adet küçük kâğıdı
fark etti. Annesinin el yazısıyla yazılmıştı ve her bir kâğıtta sadece birer
tane kelime vardı. Kelimeleri okudu. Kafasında çok da bir şey canlanmadı ve
kâğıtları tekrar gömleğinin cebine koydu. Önüne ilk çıkan kişi sanki yıllardır
onu tanıyormuş gibi hoş geldin dedi. Hiç tanımadığı bir kişinin ona bu kadar
sıcak davranması onu şaşırttı. Lakin bu çok güzel bir duyguydu. Biraz daha
ilerleyince birbirinin arkasından koşan çocuklar koşarak etrafını sardılar ve
adeta onun gelişindeki mutluluklarını ona yaşatırcasına sevgilerini
gösterdiler. Hayır, bunlar rüya değildi. İçini çok öncelerden anımsadığı
bir huzur kapladı. Burada yaşayan insanların çok bir şeyi yoktu ama fazlasıyla
mutlu görünüyorlardı. Ahmet en sonunda bu yerin meydanına geldi. ‘Selamün
Aleyküm’ dedi. Oturanların hepsi birden ayağa kalkarak Ahmet’i selamladı. Ahmet
işin gerçeği herkesin hep bir ağızdan kendisini selamlamasına şaşırdı.
Boş olan bir masaya oturdu.
Orta yaşlı bir amca: Ahmet nasılsın?
Ahmet: İyiyim şükür. Siz nasılsınız?
Amca: Allah’a şükür iyiyiz.
Ahmet: Ne güzel! Burada yaşayan
insanları mutlu gördüm. Oysa sabah geride bıraktığım insanların tek düşündüğü
şey işleri ve nedense hiçbirisi mutlu değil.
Amca: Çünkü ne günü zamanlara, ne
de insanları gruplara böldük. Asıl vazifemiz her şeyin önünde gelir. Hiçbir
şey bizi asıl vazifemizden alıkoyamaz.
Ahmet: Asıl işiniz kesinlikle çok zordur
öyleyse.
Amca: Bilakis, çok kolaydır. Hem dile,
hem ele eziyeti yoktur. Ve onu bulan dili ile kalbi arasındaki bağı kurmuş
olur.
Ahmet: Merak ettim, asıl işiniz nedir?
İnsanlar Ahmet’in bu cevabına çok
şaşırdı. Birbirilerinin yüzüne baktılar.
Amca: Hani buraya gelirken cebinde
annenin yazmış olduğu kağıtlar vardı ya…. Bizim işimiz onlardır.
Ahmet biraz duraksadı, elini tekrar
cebine attı ve kağıtları buldu. Bu sefer onları biraz sesli okudu.
Kağıtta
fikir, zikir, şükür yazıyordu.
Amca Ahmet’e
3 kişiyi tarif etti.
-“Onlar sana
bu üç kelimenin hayattaki karşılığı anlatacaklar.” dedi.
-Peki,
onları nerede bulabilirim?
Diğerleri
Ahmet’in bu sorusuna tebessüm etti. Ahmet onların bu tebessümüne karşı nedense
birazcık mahcubiyet duydu.
Amca: Onları
bulamazsın. Onlar seni bulacaklar. Onlar seni görecekler ve zaten görüyorlar.
Ahmet’in
kafası tümden karıştı. İnsanın kendi aradıkları kendisinin ayağına nasıl
gelirdi ki? Ahmet hayatının ekser çoğunluğunu düşünmekle ve yazmakla
geçirmişti. ‘Sabır nedir?’ ‘Tevekkül nedir?’ ‘Beklemek nedir?’ gayet iyi
biliyordu. Ve içinden ‘hayırlısı olsun’ dedi. Müsaade istedi ve tekrar yola
çıktı. Akşam olmadan evine dönmek istiyordu. Evinden içeriye adım atarken akşam
ezanı anca okunuyordu. Ezanın hızlı okunuşu gençlikten, fanilikten ve ölümden
haber veriyordu. Odasına girdi. Namazdan sonra babasından kendisine kalan
kitabı tekrar açtı. Birden kitabın arka kabında bir kabarıklık fark etti. Sanki
orada ayrı bir mektup veya kâğıt gibi bir şey vardı. Aynen tahmin ettiği gibi eliyle
biraz daha yoklayınca bunun bir mektup olduğunu anladı. Kitabın arka kısmını
kenarlarından açtı. Bir de ne görsün? Beyaz bir zarf ve zarfın üstünde bir
çizgi. Zarfı açtı. İçinden 3 adet kağıt çıktı.
Zaman durdu.
İçinden….
“Aman Allah’ım!
Bu yaşadıklarım tesadüf olamaz. Hayat nasıl bir şeydir? İnsanın vazifesi nedir?
Nereye gidiyoruz?” dedi.
Merakla birinci
kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı.
Evlat. Tüm düşüncelerin,
aklından geçenler fikrindir. Okuduklarınla onları toprağa serper, büyütür ve
meyveye dönüştürürsün. Onun için onları seçerken titiz davran çünkü tohum
birdir, toprak birdir. Başkalarının bakışı, sevgisi onları senin gibi
koruyamaz. Öyle ise fikrine sahip çık. Onu boşluktan, faydasızlıktan koru. Hırs
ile onu ziyan etme.
Hemen ikinci
mektuba geçti.
Evlat. Dilinden
dökülenler zikrindir. Zikir ruhun yansımadır. Zikrin iyiyse ruhun güzelleşir ve
için huzura erer. Hayattaki en güzel zikir; hiç şüphesiz Allah’ı anmaktır. Allah’ı
anan güzel konuşur, az konuşur ve dua ile konuşur. Öyle ise onu ruhun düşmanı pis
sözlerden uzak tut. Mübalağa, kahkaha ve yalandan koru.
Ve son
mektup.
Evlat.
Kalbinde tuttukların şükründür. Verilenlere gönülden ‘Elhamdülillah’ demektir. Bu
insanı kanaat semalarında gezdirir. Tevekkül denizlerine ulaştırır. Şükür insanı
huzura boğar. Öyle ise başına gelen sıkıntılara gereksiz yere üzülme. Hak etmediklerinin
hesabını sormak yerine sana verilenlerin borcunu ödemeye çalış.
Ahmet’in
bugün yaşadıkları öyle ilginçti ki anlatılamaz. Ama halen daha cevapsız bir
soru vardı.
Tam o sırada
annesi içeri girdi. Ahmet şimdi anlamıştı. Madem ki annesi fikir, zikir ve
şükür yazılarını cebine koymuştu. Öyleyse yaşlı amcanın bahsettiği 3 kişiyi de
biliyor olmalıydı. Ahmet tüm yaşadıklarını annesine anlattıktan sonra annesine
bu 3 kişiyi sordu.
Annesi de
hafiften gülümseyerek dedi ki!
Hani sabahları
evden çıkarken aynaya bakıyorsun yaaa….
Her yeni gün
mucizesinde hayata olan merakın fikrindir. Günlük 5 vakit namazın zikrindir. Bu
hayat bitmeden onu anlaman ve kıymetini bilmen ise şükründür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder