5 Aralık 2016 Pazartesi

Cehennemlik KİLİTLER


Ajans ifade etti. Orman yangının nedeni izmaritti. Evdekinin nedeni ise büyük bir ihtimalle; elektrik kontağı, sızan gaz veya elektrikli ısıtıcıydı.


Yani suçlu maddeydi. Hani şu İbrahim’in kırdığı putlar gibi, ansızın gelen depremler gibi veya cenaze evlerinde son zamanlarda edindiğimiz nahoş ölüm bahaneleri gibi suçlu hep maddiydi.  Yani aslında maddenin ruhu olsaydı, fikri olsaydı ve şuuru olsaydı aslında bunlar olmayacaktı. Oysa malumunuz … biliyorsunuz; dağlara ve taşlara insanın sorumluluğu verildiğinde onlar kabul etmemişti. Çünkü insan olmak büyük bir mesuliyetti. İnsan olmak için irade, merhamet, sevgi gibi birçok meziyet gerekiyordu. Sözün özü, hülasaların hülasası bir de Allah’ın halifeliği denilen korkunç ağırlıkta bir vazife vardı. Bu insana verilen müthiş bir değerdi. Allah’ın sıfatlarını insan üstünde taşıyordu. İşte  mesele bu değeri anlamaktı. İnsan bu değeri nasıl anlardık ki? Fazıl’ın ifadesiyle bu insanın beynini patlatan bir idrakti. Sonsuz yaşama inanmak ve inancın-inanmanın gereklerini yerine getirmek. Metabolizmanın, bedenin, duyguların ve maddenin devre dışı kalıp ruhun Bir olan Yaratıcıya bağlaması ile ilgili bir konu. Bu mantıktaki insanlar sosyal hayatın sorunlarına çözüm ararlar. Yanlışlıklar ancak onları rahatsız eder. Bu insanların medenilik gibi uğraşları vardır. Bunun dışında idraklerine, vicdanlarına ve şuurlarına kendi kendilerince kilit vurmuş olan ‘Şekil Müslümanlarının’ böyle kaygıları yoktur. Bugünlerde tümden dünya nazarında per perişan isek; bu dış mihraklar(!) kadar ‘iç kilitçiler’ le de ilgilidir.   

Dini konularda ehil olduğunu iddia eden birisinin edebiyat, felsefe, psikoloji, halka ilişkiler bilmemesini Müslümanlığına bağlayamayız ki! zaten Cuma günü camiyi dolduran kendi işlerinde mahir insanların ekser çoğunluğu da yazılı olarak ne Kuran ne de Hadis konularında çocukluk yıllarında ezberlediklerinin dışında bir şey bilmiyorlardır. Çünkü mesele aslında medeniyet ve kültür meselesidir. İkisinin canlılığının devam ettirilmesidir. 

(lafım kendime- Benim gibi hiç birisini bilmeyip de eleştirenler de ıslah olur inş.)

Sonrasında ise Yusuf İslam’ın “Eğer islam’ı Kuran’dan değilde Müslümanlardan öğrenseydim, eğer Kuran’dan önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım.” Tespitiyle karşı karşıya kalıyoruz. İddia çok büyük kapsamlı ve doğrudan tüm ‘Müslümanım’ diyenleri ilgilendiriyor. Yani Yusuf İslam diyor ki! Kuranda anlatılanları ve Hz. Peygamberin anlattıklarını yaşayan yok diyor. Lafı; boşuna inanıyorsunuz, inanıyor gibi yapıyorsunuz çünkü kendinizi kandırıyorsunuz demeye getiriyor. Henüz birileri çıkıp da Yusuf İslam’a cevap vermedi. Cevabın uzaması ayrı bir acizlik ve üstüne almazlık. Camilerin tuvalet ve şadırvanlarının temizliğinin vebalini üzerine almayan diyanet işlerinin de bir cevap için kaygılandığını düşünmüyorum. 

Neuzibillah, Hristiyan veya Yahudi olsaydık da büyük bir olasılıkla sokaklarımız yine medeniyetten uzak, adalet mekanizmamız işlemez, teknoloji seviyemiz de aynı yerlerde olacaktı. Çünkü hayatta önceliğimiz Kitabın kullardan bekledikleri ve son İlahi mesajın doğru uygulanması yönünde değil. Önceliği acımasızlaştırılmış hayat kurgusunda bir üst seviyeye, rahat tura geçmek üzerine bağlanmış durumdayız. Bu yüzden istekler son bulmuyor. Bir evden diğerine, bir arabadan diğerine, bir telefondan diğerine geçişler hayatın edinilmiş ve öğretilmiş alışkanlığa dönüştürülüyor. Şu anda çoğu insanın en iyi yaptığı şey: sahip olduğunun bir üstünün özelliklerini tanımak. Bu tür bir topluluğun kalıcı ve iddialı bir medeniyet hayali kurması çocukçadır. 

Tevatür, Müslüman kimliğinin oluşmasında ısrarla en etkin ve kısa yol olarak kullanılıyor. Kişi kaç yaşına gelirse gelsin din hakkında öğrendiklerini yazılı kaynaklardan öğrenmiyor. Aile içindeki dini eğitim de, okulda devam ettirilen de, cami de anlatılanda tevatür merkezli. Öğretiyi ve öğrenme yöntemini yazılı bir sistem üzerine kurmuyoruz. Ders adına(pozitif bilimler), akademik kariyer adına yapılanlar baştan sona yazıya dayalı bir sistemle değerlendiriliyor. Lakin bugün, bu çağda bile hala insanların İslamiyet’i kitaptan öğrenmelerine yönelik bir mantık yok. Ki! Peygamber Efendimizden sonra bile sahabeler Kuran ve Hadis’i yorumlamak için İsrailiyyat’a (İsrailliye kelimesinin çoğuludur) müracaat gereksinimi duymuşlardı. Bediüzzamanın ‘Muhakemat’ isimli eseri mevzu ile ilgili detaylı bilgi vermektedir. 

Tevatürün oluşturduğu mümbit sahayı en iyi cemaatler kullandı. Sohbet şekilleri, insanlara ulaşma ve toplumla bağda bu vicdani IQ ön planda oldu. Sonuna kadar kullanıldı ve kullanılıyor. Öncelikle ‘şekil Müslümanının’ ihtiyaçları belirlendi. İnsanların içinde gerçeği ile çapraz çalışan ikinci bir mono vicdan oluşturuldu. Böylece içeride ve dışarıda farklı davranabilen bireyler oluştu. Kişinin hayatına sonradan giren konuşma ve dinlemeler sorgulanmak için asıl vicdana, kişinin eylemleri ise ikinci yapay vicdana gönderildi. Bu yüzden haklı olarak kişi anlatılanlarda vicdani olarak bir yanlış göremedi. Eylemler ise diğer yapay vicdana gönderildiği için orada da sıkıntı oluşmaz oldu. Bunların neticesinde bankacılık, tesettür, faiz, kılık-kıyafet, devletin yapısı, bireylerle ilişkiler gibi konularda ikili bir yapı oluşturuldu. Bu konular bireyin en mahreminden toplumun en genel geçer konularına kadar uzanıyordu. Doğrudan hayatı ilgilendiren bu konularda ikinci oluşturulan vicdanın IQ’su (suni olarak şişirildiği için) baskın geldi. Çünkü bu vicdan sadece bir kişinin değil tümden bir grubun tek-tip vicdanıydı. Hayatı boyunca tüm öğrendiklerini sözel gelenekten edinmiş kişi(ler) cemaat toplantılarındaki yeni duydukları her şeyi direkt olarak kabul etti. Çünkü başkaları da öyle yapıyordu. 

Bireyin grup içinde eritilmesi mantığı sadece cemaatlerde değil tüm diğer sivil toplum örgütlerinde de işletildi. Zamanla bürokrasi, devlet daireleri ve insanın olduğu her yer aynı salgına maruz kaldı. Lider konuştuğuna göre sorumluluk da ondaydı. Ortada bir hata varsa suç sisteme atılabilirdi. 



Gerek sosyal hayatının tüm evrelerinde, gerekse dini yaşantısında bu şekilciliğe maruz kalan insan; düşünce ufkunu daralttıkça daralttı. Çok rahat etmek için en az sorumluluğu almak gerekiyordu. Bilmenin getireceği sorumluluktan kurtulmanın yolu ise şekillere bürünmekten geçiyordu. Netice olarak bir insanda her ortama göre değişen yansıma karakterler gelişti. 


Yazı dilinde yokuz. Batı edebiyatının en kıyıda köşede kalmış herhangi bir eseri için bile internette araştırma yapsanız; önünüze konu ile ilgili yorumlar, eleştiriler ve sayfalarca bilgi çıkıyor. Ki! bu bilgilerin yarısına yakını belirli bir kalitenin üzerinde oluyor. İnternetin dünyada yaygınlaştığı andan itibaren yabancı edebiyat konusunda elektronik ortama sel gibi bilgi akışı oldu. Birden alışkanlığa dönüştü. Yabancı edebiyat için kaliteli bir bilgi havuzu oluştu. 

Çok övündüğümüz tarih, edebiyat ve ilahiyat( dini konularda) elektronik ortamda henüz belirli bir kalitede bilgi havuzlarımız oluşmadı. Oysa insanlara ulaşmak için gayet güzel bir ortam vardı. Müslüman ülkeler ‘Arap baharı’na sosyal medya üzerinden örgütlenecek ve kolaydan gaza gelecek şekilde teknoloji ile oynaşırken, asıl işimize yarayacak konularda ise kullanma gereksinimi duymadık. Çünkü böyle bir kültürel gereksinimimiz olmadı. 

Bugün üzülerek ifade ediyorum ki Müslümanın aktüel gündemi ve bu aktüel gündem için fiziki ortamı yok. Olan ortamlarda kendi içinde ya elitist ya da gruplaşma mantığı ile hareket ediyor. Sünni mezhebin içinde mezhebin yanında bir de insanlarda ‘cemaatçilik’ etiketi gelişti ve ısrarla da geliştirilmeye çalışılıyor. Cami ihtiyarların ve emeklilerin olurken, yeni nesil kendisini konaklama mecburiyetinden dolayı dini cemaatlerin yurtlarında ve evlerinde buldu. Kredi yurtlar kurumuna göre daha güvenli olduğu kesindi ama bu yurtların yeni nesil için büyük akademik ve kültürel başarı kaygısı olmadı. Olamazda. Belirli bir zamana kadar kendilerini Devletin susturulmuş mağduru pozisyonunda gördüler. (Yarı yarıya haklılıkları da yok değil hani….) Lakin bu zaman içinde kalite, modernizasyon ve insan gelişimi üzerinde değil daha ziyade siyasallaşma ve kadrolaşma üzerinde yoğunlaştılar. Özellikle insanın kültürel ve akademik gelişimi sağlan(a)madı. Bu yapılar daha ziyade insanların aidiyet duygusu ihtiyacını kullanarak işlerini yürütmeye çalıştılar. 


Bugün eğer sinema, televizyon ve diğer tüm medya araçları üzerinde tesirimiz ve iddiamız yok ise bu aslında ‘şeklen’ nerede olduğumuz göstergesidir. Çağın gerektirdiği doğru iletişim yöntemleri üzerinden ilerlemeyişimiz bizleri yerimizde saydırıyor. 21. Yüzyıl eğitim sistemini ve gereksinimlerini anlatan bir diyagramın %33’lük kısımını “Media ve teknoloji kullanımı” oluşturuyordu. Kullanmamız ve bu yönde milli bir gayretimizin olmayışı bizleri maalesef geriletiyor.      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

       Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okull...