Retorikten,
cerbezeden, laga lugadan, sataşmadan ve istatistik çıkmazından uzak; rakam,
arşiv ve tarihlerin kutsanmadığı, geçmişin ısıtılmadığı, şimdinin
abartılmadığı, geleceğin ütopyalaştırılmadığı bir yazı olur inşallah.
Bu zamanda en zor
işlerden birisi de yazmak. Çünkü konuşunca insanlar unutuyor lakin yazınca
kimisi kinini, kimisi hırsını arttırıveriyor. Beğendiyse gülüp geçiyor,
beğenmediyse dosta düşmana jurnalliyor.
Yandaş veya muhalif
medya fark etmez. Sonuçta herkes patronuna hizmet ediyor. Aleyhte yazamaz.
Çünkü işi o değil. Kapitalist sistemin en güzel yaptığı işlerden birisi ‘iş
tanımıdır’. İş belli, karşılığında alınacak bellidir. Gazeteciliğin bu tanıma
uymamasını beklemek ahmaklık olur. Satre; ‘Tümden aynı şeyleri düşünmenin ne
anlamı var?’ diyordu. Şimdilerde yaşadıklarımızı anlatmak için ‘kutuplaşmak’
tabiri az kalır herhalde. Mesele şimdilerde Habil, Kabil cinsinden; lanet
okunanla-kutsallaştırılan kabilinden, cennet ve cehennem zıtlığında arz-ı endam
ediyor. Bu münasebetle de; TV’yi kurcalayan, bir iki farklı gazete köşesini
okuyan birey önce bir idrak toslaması sonrasında ise hayretler vertigosu
yaşıyor. Çünkü mevzular; dinden çıkmadan tutunda vatan hainliği veya
yalakalıktan tutunda cahillik mesabesinde sunuluyor. Bitaraf olma şansı diye
bir şey yok. Herkes bir kimliğe giydiriliyor. Ve bu ‘tarafgirlik’ salgını
tavandan tabana ısrarla bulaştırılıyor. Yetmezmiş gibi Arap Baharından ta şimdiki süreçlere kadar yaygınlaştırılmaya
çalışılan bu ‘körebecilik’ son zamanlarda sınır dışlarına da taşınmaya
başlıyor. Diplomasi ve hamaset beraber lans edilerek iç siyasete ayar dışarıya
ise gayar veriliyor. Pakistan’dan,
Azebaycan’dan, Türkmenistan’dan, Avrupalı Türkler’den, Arap Şeyhlerinden bir
ses bekleniyor.
Oysa, Türk insanı
özellikle son 10 yıldır gerek içeride gerekse dışarıda gelişen olaylar için
öncelikle ve ilkelikle Kurani ve Sünnete uygun bir çerçeve geliştirmeliydi. Yani
olaylara ve kişilere bu perspektiften bakıp, ideoloji ve tarafgirlik yönlerini
terk etmeliydi. Çünkü yeni yetişen gençlerimizin öncelikle bunu toplum
dinamiklerinde görmesi gerekiyor. Yani Türk vatandaşları ülkemizin olaylara
karşı gösterdiği tepkilerin ‘nedenlerini’ bilmelidir. En basit bir örnekle;
Neden mültecileri alıyoruz? Neden Avrupa’ya karşı farklı bir duruş
sergiliyoruz? Neden aynı gündemlere maruz kalıyoruz? Neden bize izlettirilenler
bizden uzak toplumların artıklarıdır? Neden Üniversitesini bitirmiş bir genç iş
bulamıyor? Madem bulamayacak neden başka alanlara yönlendirilmiyor?
Özetle, İslami
yaşantı hayatlarımıza ‘şeklen’ değil, aynel yakin-ilmen yakin ve hakkal yakin
boyutunda sunulmalıdır. Madem İslam’ın son kalesi Türkiye’dir, bu konuda
ülkemizin örnek olmak gibi bir sorumluluğu vardır. Sağ merkezli mevcut iktidar
bu konuyu ivedilikle gündemine almalıdır.
Yoksa, özellikle
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten sonra sosyal, iş, ekonomi ve aile
hayatları kapsamında beklentileri zirve yapan genç nüfusumuzu verimli ve
korunaklı bir şekilde geleceğe taşıyamayabiliriz. Bunun gerçekleştirilememesi
aynı zamanda Türkiye’nin hareketlerine göre pozisyon alan diğer İslam ülkeleri
için de hayal kırıklığı olacaktır.
turgay urgur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder