4 Ağustos 2024 Pazar

Acırım Sana (2)

 Acırım Sana (2)


Yalnızlığım duvarlarda,

Sırtım pek. 

Yorgunluğum sadece dilimde, 

Kafam denk. 


Sen düşün, 

Sen üzül, 

Acırım sana. 


Nasılsa çiçeklerim soldu, 

Anı defterlerim çoktan doldu, 

Hayat beni anladı, 

Kıymet bilemediğin her an için, 

Sen üzül, 

Sen düşün, 

Acırım sana.

ZOR

 Zor. 


Evet çok zor. 


Ama 'hayatı' anlamak ölümü anlamaktan geçiyor. 


Ölüm penceresinden bakınca hayatı en net haliyle, en keskin çizgileriyle görüyoruz. 


Çok lafa gerek duymadan, çok bilmeden, çok konuşmadan, çok düşünmeden 'o' pencereden bakınca işimiz epey bir kolaylaşıyor. 


Böylece; 


Mala, 

Evlada, 

İşe,

Sohbete,

Paraya,

Arabaya,

Her türlü duyguya,

Her söze,

Her davranışa, 

Geçmişe ve de geleceğe dair bakışımız değişiyor. 


Ölümü ölmeden anlamak lazım.


Yoksa hayatı da kaçırıyoruz. 


Zor ama başka yolu yok. 


Ölümü anlamaya başlayınca;


Başka bir 'ben' bulacağız.


İlk ben'imizi bulacağız. 


Dünyaya geldiğimiz ben'i.


En masum ben'i. 


Yaşıyorsak, hala yaşıyorsak hala zaman var demektir. 


Selamlar,


TURGAY URGUR

Şan

 Sırtıma vurulan hançerin kabzasındaki kurumuş kanım kan, 


Gönül dostlarımın uğradığı yıkık bir hanım han, 


Dünya misafirhanesinde hatasıyla sevabıyla fakir bir canım can,


Elhamdulillah! Yüce Mevlanın bahşettiği şanım şan. 


Turgay URGUR

FALCI



Bir falcı buldum, 

Kendimi sordum. 


İki yol gördü, 

Hayalle ördü. 


Birinde yalnızlık, 

Diğerinde pişmanlık. 


Usul usul konuşurken,

Yalanlarına inanırken,


Titredi dili,

Ardından eli,


Sustu. 

Sanırım korktu. 


Ne oldu? ‘Hayırdır.’ dedim,

Yamacına eğildim. 


Dedi: Benim işim yalanla, 

Kendi kendine kananla, 


Bunlar ise gerçek, 

Senden başka kim bilecek?


Önce güldüm, 

Ardından üzüldüm. 


Dedi: neden bu kadar yoruldun?

Sonunda ne oldun?


Dedim: çünkü değer verdim. 

Herkesi kendimden bildim. 


Cesaretin varsa anlatayım,

Yalanlarına karşı sana gerçekleri satayım,

Ama bu sefer ben başlayayım.


Hayat kısacık bir yol, 

Olabilirsen kendin ol. 


Kahrın, 

Düşmanın.

Sabrın, 

Sırdaşın. 


Zaman halinden anlamaz, 

Kendi bildiğinden şaşmaz, 

Akıllı kişi kendinden öteye aşmaz, 

Fikrinden başkasına karışmaz. 


Misafir had bilendir, 

Merhamet sahibi halden bilendir.


Dünya handır, 

Hayat sadece ‘o’ an’dır. 

Beden aşk ile candır, 

Ruh ahlak ile şandır. 


Kimseye güvenmemeye kendinle başla, 

Aczini unutmamak için sık sık nefsini taşla.


Günah insanlık hali, 

Tövbe varsa insan elbet alî. 


Ayet ve Sünnet ile her şey belli, 

Vicdanının beğenmediği çok şey şaibeli. 

Unutma minnet bedelli, 

Mihnet ise bolca kederli. 


Sabret ki Mevla seni görsün, 

Aşkın sırrını ‘O’ çözsün. 


Masiva ile kendini yorma, 

Cevapsız soruları sorma. 


Sübhanallah ile kainatı seyret, 

Her şeyden evvel varlığına hayret!

İmkanın olduğu sürece hayır et. 

İyi ki var oldum diye şükür et.

Yarın elinden tutacak olan iyi niyet. 


Bitmemiş vakit tabi ki geç değil, 

Lakin sen sen ol erken eğil. 

Çünkü ecel saklı, 

Şekli ve zamanı farklı farklı. 


Ne oldu falcı? 


Dinlerken yoruldun,

Derin bir telaşa koyuldun. 

Sil baştan yaşamak yok, 

Yerinden çıkalı çok oldu ok. 


Evet ölüm gerçek, 

Zorunlu seçenek, 

İstesen de istemesem de bu ömür geçecek, 

Sıra sana da gelecek. 


Ağla falcı, 

Göz yaşı ruhun ilacı. 


Ağla falcı, 

Acı erdemin tacı.


Kurtuluş sancında, 

Aşk orucunda. 

Şehadetler hep Resul kucağında, 

Kulluğunun farkında olduğunda. 


Haydi kalk! Gidelim, 

Recaya yolculuk edelim. 


Turgay URGUR

İstanbul Sana Yakışıyor

 İSTANBUL SANA YAKIŞIYOR. (Yeni -coton özel serisi) 


Pierre Loti’den haliçte titreyen ayı gördüm, 

Matemlerim kalemimin ucuna sığındı.

Ha yazdım , ha yazacakken;

Süleymaniye’nin vakur bakışları şavkı boğdu, 

Sen ve Süleymaniye iki sabır mabedim, 

Gönlünüzde Hak’kı andım. 

Sen ve Süleymaniye iki miftah, 

Yüzüm kara Hak’kın tüm kapılarını çaldım. 

İstanbul sana yakışıyor, 

Hem sana hem de Süleymaniye’ye. 

Ve insan sizde tövbesinden bir farklı umutlanıyor.


*  *


Zaman gülhanede mola vermiş, 

Bir medeniyetin kaylulesinde 100 sene geçivermiş.

Yaprak yaprak tarihe giderim, 

Dalllarım kadar köklerim var, 

Hangi biri gitse, 

Diğerimi de bırakmam demiş. 

Sağlı sollu ağaçlı yoldan, 

Salınarak bir yürüyüver, 

Çınarlar diyecek:

İstanbul sana yakışıyor. 


* *


Prangalarını kırdı kıracak ‘bir ruh’

konsolosluklar önünde dolanıyor, 

Eyüp’te ilk gün gibi tevekküller bir araya geliyor. 

Gece tesettür, 

Mahremini örtüyor. 

İstanbul sana işte böyle yakışıyor. 


* * 


İstiklalde klisenin önünde bir dilenci, 

Gelen geçen o kadar çok ki! 

Gün boyunca yalnızlığı aklına gelmiyor.

Tek amaç yürümek, 

Yürümek. 

İnsan insana değdi değecek.

Elimde elin kısacık Tramvay keyfi bin hayale değecek.


İnsan bu kalabalıkta kimse bilmez sanıyor, 

Kendinin bile unuttuğu sırları

Kader açığa çıkarıyor. 

Köprünün altında bir berduş,

Üşüdüğünden habersiz soğuk ömrünü sabaha çıkarıyor.  

Çoluk çocuk, dost, akraba, misafir açları doyuran aş evleriyle bu Türk şehri bana hep seni hatırlatıyor,

İşte bu yüzden İstanbul sana çok yakışıyor. 


Heybetiyle, 

Neşesiyle, 

Muhabbettiyle, 

Mazisiyle, 


İstanbul en çok sana yakışıyor. 


Turgay URGUR

9 Haziran 2024 Pazar

ACIRIM SANA

 

Bir masalmış anlattıkların,

Benim sandıklarım.

Hayalden ve resimden ibaret,
Dilden dile anlatılmış,
Oysa hiç yaşanmamış,
Bir masalmış anlattıkların,
Benim sandıklarım.
Şimdi köşe bucak kaçarsın,
Konuşacak iki laf bulamazsın,
Eskileri karıştırırsın,
Ancak kendini bulursun,
Acırım sana.
Mazimdem kendime taht yaptım,
Unutma ben hala ayaktayım,
Bakarım sana,
Acırım sana.
TURGAY URGUR

17 Mart 2024 Pazar

ANAHTAR GENÇLERİMİZDE

     Gençler, öğrencilerimiz, çocuklarımız şüphesiz hepimiz için en büyük değere sahip. Şehirlerimizi, sokaklarımızı, çarşılarımızı, okullarımızı, sosyal alanlarımızı, evlerimizi, kütüphanelerimizi planlarken onların arzularını ve düşüncelerini hesaba katarak harekete geçmeliyiz. Onların adına değil onlarla birlikte karar vermeliyiz.

    Hele bir de konu bu kadim coğrafyada bizlere Allah'ın emaneti olan gençlerimiz olunca mevzu daha da önem arz ediyor. Çünkü Cumhuriyetimiz onlarla büyüyecek. Çünkü İslam aleminin şanlı bayrağını onlar taşıyacak. 

 * Gençlerimiz; meslekleri, üniversiteleri, gelecekteki kariyerlerini tanımak istiyor. 'Hangi meslek kendileri için en uygunu?, üniversitelerin bir birinden farkı var mı?, kariyer planlaması nasıl yapılır?' gençlerimiz bir an önce öğrenmek istiyor. Gençlerimiz onları GERÇEK DÜNYAYA HAZIRLAYAN bir eğitim sistemi istiyor. 

*Gençlerimiz; akademik başarı nasıl sağlanır? Örnekler ile bunun yöntemini öğrenmek istiyorlar. Aynı zamanda geniş yelpazede insan tecrübelerini dinlemek istiyorlar.   

*Gençlerimiz; beden ve ruh sağlıklarını korumak istiyor. Bu zamanın maddi ve manevi sorunlarından ari bir yaşama sahip olmak istiyor.

*Gençlerimiz; başkalarına faydalı olmak istiyor. Bunun için kendilerine ortam ve imkan verilmesini istiyor. Hayallerindeki mesleklerle ilgili tatillerde kısmi de olsa tanışmak istiyorlar. Uygun ve öğretici part time iş yoksunluğu maalesef gençlerimizin zamanlarının israfına neden oluyor ve hayallerini geciktiriyor. 

*Gençlerimiz; yaşam maliyetlerini karşılayabilecek kültürel yeterliliğe ve bilgiye sahip olmak istiyor. 

*Gençlerimiz, etrafımızdaki dünyayı tanımak, eğitim hayatları içinde sürekli okulda olmaktan ziyade yakın çevrelerinden başlayarak etraflarını tanımak istiyorlar. 

*Gençlerimiz, kendi öz güvenlerini kazanıp kendi iradeleri ile yakın çevreleri ile kaliteli bir iletişime sahip olmak istiyorlar. 

*Gençlerimiz, okul sonrası işsizlik kaygısından kurtulmak istiyorlar. 'Acaba mezun olduktan sonra iş bulabilir miyim?' sorusu gençlerimizin zihnini fazlasıyla meşgul ediyor. 

*Gençlerimiz, suçtan ve şiddetten korunmak istiyor. Yani kendilerini güvende hissetmek istiyorlar. Toplum güvenliği gençlerimizin en çok üzerinde durulmasını istedikleri konulardan birisi olarak karşımıza çıkıyor. 

*Gençlerimiz, bilinçli birer tüketici olmak istiyorlar. Hem kendilerinin sahip oldukları hem de kamuya ait değerlerin verimli kullanılmasını istiyorlar. Sürdürülebilir bir üretim ve tüketim döngüsü gençlerimizin önceliklerinden. Özellikle tabiatın korunması ve gıdaya ulaşabilme hakkı gençlerimizin hassas olduğu konulardan. 

*Gençlerimiz, dijital bilgiye ulaşımın temel bir hak olarak görülmesini ve ulaşılmasını çok istiyor. Dijital okur yazarlık hakkında donanım sahibi olmak istiyorlar. 

*Gençlerimiz, kendilerine 'söz' verilmesini istiyor. Dinlenilmek istiyorlar ve de hiç şüphesiz bunu en çok onlar hak ediyor. Düşüncelerinin ve katkılarının saygı görmesini istiyorlar. Katılımcı olmak istiyorlar. Kolektif aksiyona fazlasıyla güveniyorlar. 

*Gençlerimiz, artan maliyetlerden dolayı 'evlerine yakın' fırsatların ve imkanların artmasını istiyorlar. Ulaşım, konaklama gibi maliyetleri eğitimlerinin başka evreleri için saklamak istiyorlar.   

*Gençlerimiz, neye ihtiyaçlarının olduğunun değil ne istediklerinin anlaşılmasını istiyorlar.  

*Gençlerimiz her vicdanlı insan gibi savaşların bitmesini istiyor. 

Geleceğimizin anahtarı gençlerimizde. Huzurlu, mutlu, kardeşçe ve barış içinde yaşayan bir ülkeyi onlar ile BİRLİKTE KURACAĞIZ. Bu cennet vatanımızı hak ettiği yüksek mevkilere HEP BİRLİKTE ulaştıracağız. İnanıyoruz, çalışıyoruz ve de başaracağız. Başka bir TÜRKİYE YOK. Yaşasın bu MİLLET için çırpına yürekler, yaşasın TÜRK GENÇLİĞİ. 

Hayırlı Ramazanlar, Allah oruçlarımızı, namazlarımızı, zekatlarımızı kabul eylesin. Bizleri kul hakkı ve haram yemekten muhafaza eylesin. Yaptığımız her hayırlı işimizin BİLİNÇ, samimiyet ve de iyi niyetle bezenmesini nasip eylesin.  

TURGAY URGUR  


 



3 Şubat 2024 Cumartesi

HAYATI ÖLÜMÜNE SEVMEK

 HAYATI ÖLÜMÜNE SEVMEK /Turgay Urgur


Bana söylemlerinle değil, eylemlerinle gel. Bildiklerini değil, bilmediklerini konuşalım. Yapacaklarına yaptıklarından başlayalım. Alıntı, çalıntı, kalıntı istemiyorum. Basit olsun, hafif olsun ama insan için işe yarasın.


* * *


Her şey ölümle başladı. Tohum toprağa ölmek için düştü.


Sevmenin en sonu: ölümüne sevmekti.


Şehit sonsuzluğa ölümle uğurlandı.


Korkusuzca ölebilenler hatırlandı. İnadına yaşamak isteyenler ise bir var- bir yoktu. Birbirlerinden farkı da yoktu.


* *


Ölüm her canlının ortak tadıydı.


Ölmek için yaşıyoruz.


* * *


Aslında en uzun hayat kelebeğindi. Çünkü hayatla hayatın anlamını en az o öldürmüştü. Asıl vazifeden uzaklaşıp adileşmemişti.


Hatırada kalanlar hep ve tek 'son' sözlerdi.


* * * 


Güneş ölecek, ateş ölecek, su ölecek. Ah insan ahhh!   Ölüm sadece en çok istenen değil, istenmesi gerekendir.


Günah batağında şehirler yaşadığını sanırken, Hira’da ölüm vardı. Aşk ile ölüm vardı. Her bir hicret ölüme giderdi. Ali’nin yattığı yatak mis gibi ölüm kokuyordu.


Hayat; kölelerinin ve düşkünlerinin yüzüne nankörce  çizgiler kazırken,  ölüm sırasını edeple bekliyordu. 


Ah insan ah!!.   Uykusuz geceler, her şeyi terk edişler, anadan yardan geçişler, bir şarapnele gerilen göğüsler yaşam için miydi? Ya da yaşamak için miydi? Hepsi de en temiz, en gerçek ölümler içindi. Çünkü sahte ölümler de vardı. Hem de çoktu. Hem de çoğunluktaydı. 


Yaşasın ölmek!


* * *


Ölüm hayatın turnusolüdür. 


Ölüm olmasaydı hayatı bu kadar kim severdi ki?


Onun içindir ki insanlar bir birine sımsıkı sarılır. 


Özlemi, aşkı, sevgiyi ölümle bilirler. 


Yaşayan her şeyin değerini belirler ölüm. 


* * *


Ölüm

Ölmek

Vefat etmek

Hayatını kaybetmek

Yaşamını yitirmek

Ahirete irtihal etmek

Hakk’a yürümek

Ebediyete göç/intikal etmek

Sonsuzluğa uğurlanmak

Can vermek

Aramızdan ayrıldı

Kara toprağa girmek

Geçip gitmek.

(tasvip edilmez) zıbarmak.

Canından olmak.

Hayatını sonlandırmak.


İşlem aynı, adı farklı.


Hayatın gerçeği ölümle anlaşılır. Ölüm güzel olmasaydı, Peygamber de ölmezdi. Yaş ilerledikçe insan ölümle hayata daha da sıkı tutunur.


Ölüm renklerin dilini çözer. Siyahlar ve beyazlar daha bir başka net olur.


Kokuların keskinliği ortaya çıkar. Güzeller özlenir ve aranır, kötülere hiç tahammül kalmaz. 


Ve dillerde tatların kekiremsiliği yoklanır. 


* * * 


 40'ından sonra çok söyleyeceğiniz 2 veya 3 tane kısa cümle varsa sanırım en çok söyleneni 'hayat kısa' olurdu. 


Hatta bu arada, bu kısalıkta diğer ikisini de epey bir merak ederdik.


En koyu muhabbetlerin, en ateşli tartışmaların ve en derin mütaalaların değişmez çıkarımı: hayat kısa'dır.  


O kadar bilindik bir kısalığı var ki insanlık; ırk, cins, dil, din ayırt etmeksizin bu kısalığı kabul ediyor. Belki de herkesin üzerinde ittifak ettiği tek konu bu kısalıktır.  


Güzelliğin, zenginliğin, gücün kontrolü de yine bu kısalığın elinde. 


En acısı ise bu kısalığın 'hayatı' anlamak ve anlamlandırmak için de olabildiğince kısa oluşu. Biraz iyimser olursak yetmeyişi. Evet hayat kimseye yetmiyor. Ölüm çoğumuz için çok erken. Hayata doydum, sürur ile bitiriyorum diyen kaç kişiyi tanıyorsunuz? 


Küstüklerinle barışmak, hatalardan tamamen arınmak, büyük heyecanlarla işe yeniden koyulmak için hayat fazlasıyla kısa. Bir meslek bir hayata fazla geliyor, çok para kazanmayı hedefleseniz  planlar için bir ömür yetmiyor. Çocuğunu görsen torununu 'eh işte'. 


O kadar kısa ki! Her kitabı okuyamazsın, her yere gidemezsin, her şeyi tadamazsın. Çok sevsende her filmi izleyemezsin. 


Ve anlat deseler: 46 yılı iyi ihtimalle 3-4 saate sığdırırsın. Çünkü hayat kısadır. 


Her düşü kuramazsın. 


Bu aslında garip bir kısalıktır. Kin, nefret ve hırs yüzünden bu kısalık fark edilmez. Fark edilmediği gibi kısalık adeta hiç bitmeyecek bir uzunluğa dönüşür. Kötü huylar (yalan olan) uzunluğu kışkırtır, uzunluk kışkırdıkça kötü huylar depreşir. Depreşir. Bir de bakarsın bu hengamede zaten kısa olan hayat bitmiş. 


Ve gün gelir kimsesizliğe yol alırsın.    


Ardıma bakıyorum. İnanın bitmiş hayatlardan başka bir şey görmüyorum. Her canlı ölümü tattığı gibi her canlı unutuluyor. 


Ve yıllar sonra şunu fark ediyorum aslında 'ümit' dediğimiz gelecekle ilgili olan bir şey değil sadece şimdiyi elimizde tutmaya yarayan  tercihli bir aldanma. Çünkü insan gelecekten korkuyor, çünkü gelecek garanti değil. Hal böyle iken insan faniliğe sarılmayı, onunla yemeği-içmeyi, onunla gününü gün etmeyi seviyor. Ya da onunla kısa bir süreliğine oynaşıyor. Kimi zaman nefsini, çoğu zaman ise iradesini ona bırakıyor. Böylece rahatlıyor.     


Harbiden 40'ından sonra 'hayat kısa'dan gayri dillendirdiğimiz diğer cümleler neydi? 


Müslüm Baba bakın vefatından az bir süre önce ne demiş? 'Hayat kısaydı ama güzeldi.' 


Büyük evler ve büyük salonlar. İhtiyacımız olmayan şeyler. Pahalı yemekler, kısa süre sonra atılan ne varsa hepsi. Yani seni düşündürmeyen her şey. Ya da seni ağlatmayan her şey. Kısalıktaki etkisinden dolayı değil, kıymetsizliğinden dolayı dikkate alınmamalıydı. Düşünmek ne kadar insani ise, ağlayabilmek de o kadar kul olabilmekle ilgili. Hayatın kısalığına en çok ağlamak yakışırdı. Sevgili Peygamberin hüznü, Kerbala'nın çilesi, her şehidin ölme gayesi herkesi fazlasıyla ağlatabilecek güçte. Bu bağlamda ağlamak zayıflık hiç değil. Belki de en güzel dua: ağlayabilmek. Anneler bilgeliğinden ağlıyor. O'nun gördüklerini görsek az güler çok ağlardık değil mi? Aşkın dili olsaydı ağlamayı seçerdi.     


'Saygı duymak(?).' Ne güzel cümleler kurulmuş. Bunlardan bir tanesi de 'saygı duymak'. Başkalarının fikrine ve haklarına saygı duyman beklenir. Trafikteki sen dışındakilere, ekmek sırasındakilere, komşuna  saygın duymalısındır. Daha da gelişmişi: 'Fikirlerime katılmasan da saygı duymalısın.' İddaialı bir cümledir bu: Fikirlerime katılmasan da saygı duymalısın. Evet kesinlikle saygı duyulmalıdır. Keşke buna kendi hayatına saygı duymak da eklenseydi. Mesela bu kısalıkta 'sonsuz bir hayat' ne kadar ve ne çeşit bir saygıyı HAK ediyor? Geri kalan ömürler bu saygının hakkını vermek için kafi mi? Ruhuma saygı duymak istiyorum, bana verilen hayata saygı duymak istiyorum. Ama bu nasıl olacak bilmiyorum. Tek bildiğim bir an önce öğrensem iyi olacak.      


'Geçmişine aldırmamak'. Sanırım bu nokta en iyi başlangıçlardan birisidir. Geçmişine aldırmama noktası. Geçmişin insanı yönetme gücü vardır. (Kişinin ruh geçmişinden bahsediyorum.-Tarih değil)Ve geçmiş bu gücünü özellikle seni kendisine çekmek için kullanır. Ve ila rabbike ferğab-Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O'na doğrul!(İnşirah) İnşirah'ların verdiği ferahlıkta her daim ruhuma geçmişime aldırmamayı telkin ettim. Ve (utanarak söylüyorum) bugün anlamını mütemadiyen unutsamda İnşirah'ı her duyuşumda gönlüm o ferahlığı buldu. Çünkü cehaletimize de acınıyor. Yabancı diziyi anlama gayreti İlahi mesajı anlamaya yöneltilemedi. 


Ne de güzel tirtler masalara konuldu. O tirtlere söz verildi. Güneşi bilen ama güneşin Sahibini tanımayan tirtler. 'İnsan haklarını' okuyan insanın asli vazifesini bilmeyen tirtler. Tirtler de hayatı uzatmıyor. Lakin bir tirt uğruna bir ömür veriliyor. Hakk'ı biliyorsa verilsin.      


Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. (Lokman Suresi) 


Ayetlerden önce 'İnsan ne ile yaşar?(Tolstoy) 'da hayatı aramak hayatı daha da kısaltıyor. Hele hele aynı gazetenin benzer sütunlarında ideoloji perçinlemek bu kısalığı bir de sabit fikirle çekilmeze dönüştürüyor. Sonrasında insan slogan vari minik ezberler geliştiriyor. Bu ezberlerle tesbih çekmeye başlıyor. Gün geliyor ezberler için kan dökülüyor. Başka bir gün geliyor bir zamanlar kan dökenler aynı TV programında yine matbu ezberlerle güle oynaya mesai dolduruyor. Zihniyet aynı format farklı. Lakin hayat yine her zamanki kısalığında. Ve nihayetinde 'bu' kısalığa 'izlemek' illüzyonu ekleniyor. Bize sunulan en büyük(!) özgürlüklerin birisi hiç şüphesiz izleme özgürlüğü.    


Bu kısalıkta rahmetli annene, geçen sene kaybettiğin kardeşine, tanıyıp da göçen kimlerin varsa hiç birisine mütekabiliyet içeren bir selam gönderemezsin. Çünkü kısalık gibi bu kısalık müddetince verilenlerin hepsi de birer emanettir. Saygı bir emanettir, sevmek bir emanettir. Uzatıp da yazımı kısaltmayayım. Maddi ve manevi ne varsa emanettir. Sanırım bundan mütevellit Allah ayette anaya, babaya iyi davranmayı emreder. Sanırım bundan dolayı emanetimi Bana satın der. Karşılığında size sonsuz bir hayat vereyim der. Yani kısalık Rahmet ve Rahimiyet ile ebediye dönüşür. Sakın dünya hayatı bizi aldatmasın.(bkz Lokman) 


Bu kısalıkta neler dillenmedi ki? Ralph Waldo Emerson hayatın 'karşı konulmaz yazgısının' doğru olduğu kabul etti. Kader için gerçektir dedi ama yine de bireyin öneminden ve kişiliğin gücünden bahsetti. Oysa biz Müslümanlar kadere inanalı ve zerre miktar iyilik ve zerre miktar kötülükten sorumlu olduğumuzu bileli 14 asır olmuştu. Medeniyet bize bu kısalıkta ne öğretebilirdi ki? Biz öğrenmedik, iman ettik.    


Bu asrın çocuklarına ise Allah'ın izni ile kader risalesindeki şu girişi okumak nasip oldu: 


Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”


O gün Emerson sadece bu girişi okusa düşünmekten vazgeçerdi. Çünkü hayat kısaydı. Lafı uzatmaya gerek yoktu. Bakınız devamında Emerson ne dedi: kaderin bizzat kendisinin sınırları olduğunu söyledi ve ekledi: Dünyayı hareket ettiren başka bir kuvvet var. Buna da 'güç' dedi. Düşüncenin vardığı son nokta: işin işinden çıkamadığında İSİM takmak. Neymiş efendim? Dünyayı hareket ettiren başka bir kuvvet varmış ve buna da GÜÇ demiş. Bu Yonan felsefesinin küllisi böyle. Mesela aramak bulmak değil mesele entellektüel seviyede laf karıştırmak. 


Siz de eğer zaten kısa olan hayatınızı benim gibi biraz daha kısaltmak isterseniz Emerson'a bir bakınız. Self-Reliance yazarı, Amerikan bireycilik etiğinin simgesi, transadantalizmin en muhim temsilcisi ölümden sonrası için acaba ne demiş? Yoksa o da kendisini sorgulamaktan ötesine geçememiş mi? 


Evet bir de bu 'sorgulama' meselesi vardır. 


Sorgulamak gerekiyor(muş). Düşünmenin olmazsa olmazıymış. Birileri bunu fena tekelleştirdi. Tek şekilleştirdi. Sadece bu kısalıktaki 'fasit sorgulamayı' kabullenmiyorum. Fasit: kötü, bozuk, arabozucu. 'Sorgulamadan' çok önce -çok çok önce gelenler var. Mesela kendini bilmek. Mesela teslim olmak. Hiç bir şey aklıma gelmiyorsa, mesela 'ibadet' etmek. Ebubekir gibi 'O dediyse doğrudur.' demek. Yani bu kadar basit. Ama insan kısalıkta zorluğu seviyor ve sorgulamak(?) istiyor. Malum bu arada dünyanın en çok sorgulayan Batı'sı/Batılısı dünyaya hep kan kusturdu. Ölüm getirdi. Bazen oluyor ki! hiç okumamayı sorgulamaya tercih ediyorum. Çünkü ben başkalarının düşündüklerini sorgulamak istemiyorum bilakis herkes kendince düşünmeli diyorum. Ya da şöyle sorayım? Sizce Platon düşündü mü? Yoksa sorguladı mı? Acaba Farabi hangisini tercih etti? 


İlla ki sorgulanacaksa 'hayatın kısalığı' sorgulansaydı.                    


Kısalık hep korkular getirdi, garip korkular biriktirdi. Bu korkuların bir kısmını MÖ 271'de Epikür ile bıraktım. Ona göre kendi seçimlerimiz doğrultusunda düşünmeliydik. Kaygısızlık ve mantığa verilen önem onun felsefesinin temellerini oluşturuyordu. Allah'a şükür bizde ise Nursi'nin veciz ifadesiyle; Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.” Üstad bu ifadesiyle adeta kaygıdan arınmış ve tevekküle bürünmüş mantıklı cümlesini tüm Epikürcülere hediye etmişti.


 Epikir'ün meşhur sözü ise:Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz. Aslında bir kelime dışında çok da farklı düşünmüyoruz. Bizde 'bilge' yerine 'imanlı' var. Sizce de öyle değil mi? Her şeyi bilemeyiz ama iman edebiliriz. Bak! bilgelik virüs için epey süredir uğraşıyor. Kahrolsun kör metaryalizm! Ne hayatları anlamsızlaştırdın. Oysa madde manasıyla maddeydi ve yaratılan her şey hikmetle doluydu. İnsana düşen sabırla, iradeyle ve küstah olmayan bir bilinçle hikmeti bulmaya veya en azından görmeye çalışmaktı. Hiç bir şey yapamasa hikmetin varlığına inanmaktı. Çünkü hayat kısaydı. 


Düşünce hapsinde,

Vicdan sorgusundayım.


Ölüm dünyasında,

Yaşam infazındayım.


Günah ve utanç sarkacında,

Tövbe sancısındayım.


Korku ve yeis batağında,

Umut serabındayım.


Ölüm dünyasında,

Yaşam infazındayım.


Yine de şükür…


Af secdesinde,

Rahman kapısındayım.


Hayat: Dünyaya gelmek, ağlamak, anneye bağlı olmak, büyümek, yürümek, konuşmak, düşmek, öğrenmek, gülmek, anlamak, çalışmak, okumak, dinlemek, aşık olmak, evlenmek, çoğalmak, biriktirmek, satın almak, harcamak, batmak, çıkmak, gezmek, uyumak, hayal kurmak, umut etmek, vermek, almak gibi bir çok anlamı içinde barındırır. 


 


Hayat en güzel ölümle tanımlanır. Ölüm ile hayatın ne olduğu tam olarak anlaşılır. Ölüme doğru atılan her adım sizi hayata bağlar. Her geçen gün hayata daha sıkı sarılırsınız. Ölüm olmasaydı hayatı kim bu kadar severdi ki?


Hayat, yorumlayamadığımız henüz yorumlanmamış bir rüyadır. Birçok şeyi yaşadığımızı sanırız ama onların geçişini saniyelerle ifade ederiz. Bilim onu yorumlayamadı. İnanmak ona bir yere kadar anlam verdi. Ve onun için ‘masiva’ dedi. Ölmek için yaşadığımız doğru mudur? Evet, haklısın sonsuz bir hayat için geldik ve gideceğiz. Peki, hayatı acılaştıran bu ölüm korkusu nedir? Bu yarış nedir? Koca İnsanlık tarihi boyunca kaç kişi teslimiyet halindedir ki?


Savaştan uzak savaşı tartışanlar, açlıktan uzak riyazet arayanlar gibiyiz. Her şeyimizin olmasını isterken aynı zamanda aşkta faniliği, hayatta sonsuzluğu istiyoruz. Bu manada; her şeyi istemek başkalarına hiçbir şeyi bırakmak oluyor.  İstemekten öte adeta tüm varlığımızı geçenlere – geçeceklere vermek istiyoruz.


Başkalarından çalınanları paylaşmak gibi 3. Sınıf bir ‘paylaşma’ modası peydah oldu. Fazlalıkların 40ta 1’ini vermek gibi vicdani bir salınımı koruma subabı olarak şuurlarımıza taktık. İbadet: cezadan kurtulmak için yaptırılan periyodik muayene gibi algılanır oldu. Değiş tokuş aklımızı başımızdan aldı. Market reyonlarının önündeki kararsızlık neredeyse en büyük tercih – en esaslı demokratik hakkımız oldu. Lakin kasiyere vardığımızda sadece paramız kadar seçme ve seçilme hakkımız olduğunu yüzümüze vuruyorlar. 10 kuruşun yoksa poşetteki en son malzemeyi alamıyorsun. En çok değer verdiğimiz iki şey: kazanmak ve harcamak. 

Düşünmek yerini düşünüyor gibi yapmaya, inanmak yerini inanıyor gibi yapmaya bıraktı.


Hedonizm çağın yükselen hastalığı oldu. Lütfen bana birileri; hedonizmden uzak (ari) bir düşüncenin, siyasi bir topluluğun varlığından bahsetsin. Varsa böyle bir meşrepten veya akımdan bahsetsin.

Yansımalar dünyasında hem aynayı tutan, hem bakan, hem bakmakta olduğu şeyi yapan; hem de arsız ve fütursuzca aynaya gelen ışık olmak istedik. Merkeze kendi varlığımızı öylesine bencilce, hırçınca ve küstahça yerleştirdik ki! Adeta bizim dışımız yok oldu. Kendi ürettiklerini kendisi sanan, bu ürettiklerini tüketirken de aslında kendi benliğini yiyen bir insana dönüştük. Ne kadar tüketiyorsak, o kadar vardık.  


Oysa bir şeyin bir yaratıcıya bakan, bir kendisine bakan yönü vardır. Yani arının bir tarafı kendisine ve insanlara bakar, diğer tarafı Halıkına bakar. İnsanın bir kendisine bakan yönü bir de yaratıcına bakan yönü vardır. İnsan hayattaki neye bakarsa baksın; eğer bu dünyaya bakan anlamına bakarsa aldanır. Bu bağlamda; hayatın da kendi manasına(bu dünyaya bakan manasına) değil Allah’a bakan manasını görmek icap eder. Avrupa felsefesi ekser itibariyle hayatın kendi manasına baktığı için; tüm gücünü o yöne vermiştir. Kısmen ilmen terakki getirmiştir lakin manen hiçbir şey verememiştir. Verseydi barışı, özgürlüğü, zenginliği sadece kendisi için konuşmazdı. Kendisi gibi olmayanlara kan kusturmazdı. Ağzına doladığı medeniyet yalanını Orta Doğuda kusmazdı. Hayatı anlamlandırmada insana düşen niyet ve nazardır. Kişi niyetini iyi tutarsa kötülüğü iyiliğe, günahı sevaba, batılı hakikata dönüştürür. Yoksa nefsin ve nefsi tahrik edenlerin maskarası olur. Kendisini yukarıda mevzu bahis ettiğimiz: tüketimin, hedonizmin ve her türlü kandırmacanın sefil bir hizmetçisi olur. Kişinin neye nasıl baktığı çok önemlidir. Raftaki bir paket unu para ile alınan bir meta görmek ile Rahman ve Rahim olan Allah’ın kıymetli bir nimeti gibi görmek arasında Cennet ve Cehennem gibi fark vardır. Müslüman ne bir paket unu, ne ekmeği, ne unu, ne havayı, ne suyu, ne de hayatı manasız ve de Yaratıcından ayrı görmez-göremez. Hayatın mahiyetini arayan nazar, niyet ve hayatın hayatı verenle olan ezeli ve ebedi bağını müşahade etmelidir.  Evet Malik değiliz lakin kendimize Malik nazariyle bakıp; Malikimizin had ve hududunu bir nebze olsun anlarız. Ve ölüm hakdır. Her  insan ölüme doğru yaşar. Öyleyse insan aslında ölümü anlamadan hayatı anlayamaz. Beden bu dünyada yaşamayı keşf ederken, ruh da aynı şekilde ölümü keşf etmelidir. Hayatın gerçek tadını ancak ölümü, ölmenin amacını anlamaya çalışanlar idrak edebilir.


İnsanın bugün ruhunu sıkan, benliği daraltan etrafındaki nesnelerin, kurguların, sözlerin ve de uğraşların çokluğudur. Lakin bunlara mukabil insanın şahsına ‘teslimiyet’ gibi bir anahtar verilmiştir. Bu anahtar sadece dünyanın manasını değil aynı zamanda sonsuz bir hayatın muhtevasını da insanın şuuruna yakınlaştırır. İşte bu yüzden huzur hiçbir zaman pervasızca tüketmekte, daha çok tüketmek için daha çok çalışmakta olmamıştır.

Huzur yaptığın ve yapacağın işlerde O’nun rızasını aramakta olmuştur.


Sonuçta; ibadet ve ibadetin rükunları; zekat ve içeriği, hac ve değeri, oruç ve kıymeti ancak şuurlu bir teslimiyet ile yapılırsa netice verecektir.  Ve hayat yine de…. Belkide ….bir rüya olarak kalacaktır fakat en azından kabus olmayacaktır.


Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (sure: lev enzelna)  


Dünya ve meşgalesi veya masivası kaldığı yerden devam ediyor. Kıyamete kadar da devam edecek. Kendimiz bir şeyleri değiştirmedikçe, hiçbir şey değişmeyecek. Gönlüm yeni yılın dua, ibadet ve kararınca çalışma yılı olmasını istiyor. Keşke hayata inandığımız kadar ölüme de inansaydık. İnansaydık ve bütün çalışmaları sadece burası için yapmaktan vazgeçseydik. Bilmem sizde  de oluyor mu? Hayatın hızı beni korkutuyor ve endişeye sevk ediyor.  Göklerde ve yerde olan her şey O’nu tesbih ederken, bizlerin gecesinin-gündüzünün iş olması insana utanç veriyor.


İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Fakat insan önündekini yalanlamak ister. Siz çarçabuk geçmekte olanı seviyorsunuz. Ve ahireti bırakıyorsunuz. (Kıyamet suresi)


İlahi ferman her şeyi anlatıyor. 20’sine kadar nasıl geçtiğini bilmediğimiz hayatlar daha sonrasında an ve an diken olup batıyor. İnsan bu acıyı hissetmemek için TV’den, dost meclislerinden, dünya eğlencelerinden, hobilerinden adeta ağrı kesiciler alıyor. Alıyor almasına da her geçen gün dozajı arttırması gerekiyor. Sonra bir de bakıyor, dünya ve dünyalık acıları gideren ilaçların müptelası olmuş ama haberi yok. Hep yemek, hep gülmek, hep harcamak istiyor. Aynı zamanda unutmak istiyor. Ahireti, ölümü, hesabı unutmak istiyor. (Fakat insan önündekini yalanlamak ister-kıyamet suresi). Unutmak istiyor ama sokağa baktığında sadece farklılık olarak siyah saçlıları ve beyaz saçlıları görüyor. Enerjisi düşünmesine mani olanlar ile düşüncesine enerjisi yetmeyenleri görüyor.


O, hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır. (Mülk Suresi)


Hayat ve ölüm var. İnsan için ikisinin de değeri bir diğerinden az değil. İnsanı ancak iyi bir hayat kurtaracak ve her canlı mutlaka ölecek. Güzellik, mal, hayaller ve dünyaya ait her ne varsa bir gün anlamsız olacak. Bu bağlamda aslında ölümü anlamak hayatı daha da iyi yaşamak demektir. Ölümü anlamaya çalışan; sağlığı, zamanı ve nimeti anlar. (Görmedikleri halde Rablerinden korkanlar için, bir bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.- Mülk suresi) Bu ruh haliyle yaşamak bizi İNSAN edecek. Ve … o zaman meleklerin insana secdesi mahiyetine erecek. Fitne çıkaranlarla, asıl kullar bir birinden ayrılacak.


TURGAY URGUR

24 Ocak 2024 Çarşamba

SEÇİM

 Seçilmeyi bilmiyorum ama seçmek fena bir duygu değil.

Önünüzde birden fazla seçenek var ve istediğinizi seçiyorsunuz.
Örneğin;
Çocuğunuzun ilgisine ve gelecek beklentisine göre yaşadığı ilçede sınıfları kalabalık olmayan bir okul seçiyorsunuz.
Hafta sonu ailenizle veya bir yakınınız geldiğinde temiz, ferah, oyun alanı olanı bir mesire alanını veya sosyal tesisi seçiyorsunuz.
İşe, pazara, çarşıya arabınızla gitmek yerine bisiklet yolundan bisikletinizle veya toplu taşıma araçlarıyla gitmeyi seçiyorsunuz.
Hafta sonu içinde hem sportif hem de kültürel alanların olduğu eğitim, sanat komplekslerinden birisini seçiyorsunuz.
Daha dün yıkattığınız arabanızla gittiğiniz bölgenin kapalı veya açık otoparkını seçiyorsunuz. Üstelik arabam hemen toz olur mu? Altı bir hendeğe takılır mı? korkusu yaşamıyorsunuz.
Kaldırımda rahatça yürümeyi, inşaat kalıntısına veya olur olmadık engellere takılmamayı, toz yutmamayı, üstünüzün temiz kalmasını seçiyorsunuz.
Çok katlı yapılara izin verilmediği için pencerenizden güneşi, bulutları, ayı, yıldızları, gökyüzünü izlemeyi seçiyorsunuz. Sakin, düzenli bir trafiği olduğu için balkonunuzdan keyifle sokağı izlerken çay veya kahve içmeyi seçiyorsunuz.
Birden fazla maddi manevi hasarlı kazanın yaşandığı kavşakların sorumluluğunun sadece sürücülere ait olmadığını ve çok ivedi tedbirlerin alınmasını,
Sokakların en azından 3 ayda bir yıkanarak temizlenmesini,
Sosyal faaliyetlerin toplumun genelini kapsayacak şekilde planlanmasını,
Çocuklarımızın madde bağımlılığı gibi bir çok tehditten fersah fersah uzak kaldığını güvenli şehirleri,
Hiç bir alanda israfın olmamasını,
Ovalarınızın, tarlalarınızın imardan korunmasını,
Bütçenize uygun ve denetlenen pazar yerlerinden elmaları ve domatesleri,
Evde musluğunuzdan akan şırıl şırıl, pırıl pırıl suyu içmeyi,
Çarpılma korkusu yaşamadan yaya geçidinden rahatça geçebilmeyi,
Mahallelerden düzenli bir şekilde şehir merkezlerine ulaşabilmeyi,
Adaleti,
Hürriyeti,
Dayanışmayı,
Saygıyı,
Sevgiyi,
Hak ettiğiniz gibi yaşamayı seçiyorsunuz.
Dahası ve de en önemlisi dertlerinizle dertlenen, sorunları siz dile getirmeden gören ve çözme girişimine çoktan başlamış olan, yaşadığınız bölgeye en küçük ayrıntılarına kadar sahip çıkan yöneticileri ve o yöneticilerin ekibini seçiyorsunuz.
Endişe,
Şüphe,
Korku duymamayı seçiyorsunuz.
Çocuklarımız için aydınlık bir geleceği seçiyorsunuz,
Demokrasi ne kadar da güzel bir şey bunlardan istediğinizi seçebiliyorsunuz.
Turgay URGUR

23 Ocak 2024 Salı

Sanayi

Ellerim yağlı,

Yüreğim paslı,

Gözlerimde yanık yağın acısı,

Kulaklarımda çekiç tıngırtısı.


En çok acıktığımda aklıma geliyorsun,

Her gün olsa da yine tostu seviyorsun. 

Hava karardıkça kararsın,

Bir türlü bitmiyor gün,

Bir türlü gitmiyor 'o' gün.

İş bitmiyor. 


Yoruldum. 

Demir soğuk, 

En çok yorulduğumda aklıma geliyorsun,

Yoruldum ama burası bana 'Yorulmaya hakkın yok!' diyor. 

Ve yorgunluk her türlü uykuya ipotek koyuyor. 

Hadi yorulmaya hakkım yok diyelim,

Seni aklıma getirmeye de mi hakkım yok.   


Gözümü almıyor artık kaynak,

Garip acılara alıştırıyor çapak,

Rüya görmeyi unut diyorlar,

Gerçekler ise burada haftalık veriliyor. 


Burada beyazlar en zayıf düşman, 

Kara kapkara hayaller,

Ama 'O kara hayalleri sahte beyazlara tercih etme!' diyorlar. 

Çünkü burada hayal demek emek demek,

Emek vermediğin hiç bir şey senin olmuyor. 

Emeğinin azını almak tüm dengelerini bozuyor,

Fazlası ise boğazına çok erken duruyor. 

Onun için herkes sadece emeğinin tam karşılığını istiyor. 

Götüre bir hak anlayışı var. Lakin işe yarıyor.  


Küfür etmeyi burada öğrendim,

İşe,

Geçmişe,

Ters giden her şeye,

Ağladığım zamanlar çok oldu,

'Ustam iyiliğimi istermiş' herkes bu lafta anlaşmış, 

Gözyaşlarıma yağ, soğuk ve demir tozu bulaşmış, 

Ama burada zerre kadar değeri yok,

Kendinsin. Yalnızsın. Ve öğreniyorsun.    

Anam başlangıçta halime çok üzülüyordu,

Kıyamıyordu.

Ama koltuğumun altındaki ekmeği görünce,

Oğluyla gurur duyuyordu.

Alıştı. 

Yok yok alışmadı. Yıllar geçti alışmadı. Ben alıştım o hala alışmadı.

Çaresizlik ikimize de 'alışmışlık' oynatıyor.


Keşke anam gibi sen de gurur duysaydın,

İki ekmeğe, bir tas çorbaya bir ömür razı olsaydın. 


Dedim ya... burada hayal demek emek demek,

Emek vermediğin hiç bir şey senin olmuyor, 

Ve insan emek verdiğini kimseyle paylaşmıyor. 

Ama illaki sanayi çarşıya uymuyor,

Çünkü sana verdiğim emekler bir ömürdür karşılık bulmuyor. 


Kepenkler bir bir iniyor,

Tanıdığı olan arabaya biniyor,

Olmayan kendi başına köyün yolunu tutuyor. 

Kalan kilometreler bile duymuş gibi;

Senin yorulmaya hakkın yok diyor. 

Ağlama! Sabah dükkan ilk seni bekliyor. 


( Onuruyla, alnının teriyle, gece gündüz bitmeyen emeği ile çalışan tüm Sanayi Esnafı kardeşlerime selam olsun, bu yazı onlara benden bir hediye olsun.) 


TURGAY URGUR 

 



 

Acırım Sana (2)

 Acırım Sana (2) Yalnızlığım duvarlarda, Sırtım pek.  Yorgunluğum sadece dilimde,  Kafam denk.  Sen düşün,  Sen üzül,  Acırım sana.  Nasılsa...