HAYATI ÖLÜMÜNE SEVMEK /Turgay Urgur
Bana söylemlerinle değil, eylemlerinle gel. Bildiklerini değil, bilmediklerini konuşalım. Yapacaklarına yaptıklarından başlayalım. Alıntı, çalıntı, kalıntı istemiyorum. Basit olsun, hafif olsun ama insan için işe yarasın.
* * *
Her şey ölümle başladı. Tohum toprağa ölmek için düştü.
Sevmenin en sonu: ölümüne sevmekti.
Şehit sonsuzluğa ölümle uğurlandı.
Korkusuzca ölebilenler hatırlandı. İnadına yaşamak isteyenler ise bir var- bir yoktu. Birbirlerinden farkı da yoktu.
* *
Ölüm her canlının ortak tadıydı.
Ölmek için yaşıyoruz.
* * *
Aslında en uzun hayat kelebeğindi. Çünkü hayatla hayatın anlamını en az o öldürmüştü. Asıl vazifeden uzaklaşıp adileşmemişti.
Hatırada kalanlar hep ve tek 'son' sözlerdi.
* * *
Güneş ölecek, ateş ölecek, su ölecek. Ah insan ahhh! Ölüm sadece en çok istenen değil, istenmesi gerekendir.
Günah batağında şehirler yaşadığını sanırken, Hira’da ölüm vardı. Aşk ile ölüm vardı. Her bir hicret ölüme giderdi. Ali’nin yattığı yatak mis gibi ölüm kokuyordu.
Hayat; kölelerinin ve düşkünlerinin yüzüne nankörce çizgiler kazırken, ölüm sırasını edeple bekliyordu.
Ah insan ah!!. Uykusuz geceler, her şeyi terk edişler, anadan yardan geçişler, bir şarapnele gerilen göğüsler yaşam için miydi? Ya da yaşamak için miydi? Hepsi de en temiz, en gerçek ölümler içindi. Çünkü sahte ölümler de vardı. Hem de çoktu. Hem de çoğunluktaydı.
Yaşasın ölmek!
* * *
Ölüm hayatın turnusolüdür.
Ölüm olmasaydı hayatı bu kadar kim severdi ki?
Onun içindir ki insanlar bir birine sımsıkı sarılır.
Özlemi, aşkı, sevgiyi ölümle bilirler.
Yaşayan her şeyin değerini belirler ölüm.
* * *
Ölüm
Ölmek
Vefat etmek
Hayatını kaybetmek
Yaşamını yitirmek
Ahirete irtihal etmek
Hakk’a yürümek
Ebediyete göç/intikal etmek
Sonsuzluğa uğurlanmak
Can vermek
Aramızdan ayrıldı
Kara toprağa girmek
Geçip gitmek.
(tasvip edilmez) zıbarmak.
Canından olmak.
Hayatını sonlandırmak.
İşlem aynı, adı farklı.
Hayatın gerçeği ölümle anlaşılır. Ölüm güzel olmasaydı, Peygamber de ölmezdi. Yaş ilerledikçe insan ölümle hayata daha da sıkı tutunur.
Ölüm renklerin dilini çözer. Siyahlar ve beyazlar daha bir başka net olur.
Kokuların keskinliği ortaya çıkar. Güzeller özlenir ve aranır, kötülere hiç tahammül kalmaz.
Ve dillerde tatların kekiremsiliği yoklanır.
* * *
40'ından sonra çok söyleyeceğiniz 2 veya 3 tane kısa cümle varsa sanırım en çok söyleneni 'hayat kısa' olurdu.
Hatta bu arada, bu kısalıkta diğer ikisini de epey bir merak ederdik.
En koyu muhabbetlerin, en ateşli tartışmaların ve en derin mütaalaların değişmez çıkarımı: hayat kısa'dır.
O kadar bilindik bir kısalığı var ki insanlık; ırk, cins, dil, din ayırt etmeksizin bu kısalığı kabul ediyor. Belki de herkesin üzerinde ittifak ettiği tek konu bu kısalıktır.
Güzelliğin, zenginliğin, gücün kontrolü de yine bu kısalığın elinde.
En acısı ise bu kısalığın 'hayatı' anlamak ve anlamlandırmak için de olabildiğince kısa oluşu. Biraz iyimser olursak yetmeyişi. Evet hayat kimseye yetmiyor. Ölüm çoğumuz için çok erken. Hayata doydum, sürur ile bitiriyorum diyen kaç kişiyi tanıyorsunuz?
Küstüklerinle barışmak, hatalardan tamamen arınmak, büyük heyecanlarla işe yeniden koyulmak için hayat fazlasıyla kısa. Bir meslek bir hayata fazla geliyor, çok para kazanmayı hedefleseniz planlar için bir ömür yetmiyor. Çocuğunu görsen torununu 'eh işte'.
O kadar kısa ki! Her kitabı okuyamazsın, her yere gidemezsin, her şeyi tadamazsın. Çok sevsende her filmi izleyemezsin.
Ve anlat deseler: 46 yılı iyi ihtimalle 3-4 saate sığdırırsın. Çünkü hayat kısadır.
Her düşü kuramazsın.
Bu aslında garip bir kısalıktır. Kin, nefret ve hırs yüzünden bu kısalık fark edilmez. Fark edilmediği gibi kısalık adeta hiç bitmeyecek bir uzunluğa dönüşür. Kötü huylar (yalan olan) uzunluğu kışkırtır, uzunluk kışkırdıkça kötü huylar depreşir. Depreşir. Bir de bakarsın bu hengamede zaten kısa olan hayat bitmiş.
Ve gün gelir kimsesizliğe yol alırsın.
Ardıma bakıyorum. İnanın bitmiş hayatlardan başka bir şey görmüyorum. Her canlı ölümü tattığı gibi her canlı unutuluyor.
Ve yıllar sonra şunu fark ediyorum aslında 'ümit' dediğimiz gelecekle ilgili olan bir şey değil sadece şimdiyi elimizde tutmaya yarayan tercihli bir aldanma. Çünkü insan gelecekten korkuyor, çünkü gelecek garanti değil. Hal böyle iken insan faniliğe sarılmayı, onunla yemeği-içmeyi, onunla gününü gün etmeyi seviyor. Ya da onunla kısa bir süreliğine oynaşıyor. Kimi zaman nefsini, çoğu zaman ise iradesini ona bırakıyor. Böylece rahatlıyor.
Harbiden 40'ından sonra 'hayat kısa'dan gayri dillendirdiğimiz diğer cümleler neydi?
Müslüm Baba bakın vefatından az bir süre önce ne demiş? 'Hayat kısaydı ama güzeldi.'
Büyük evler ve büyük salonlar. İhtiyacımız olmayan şeyler. Pahalı yemekler, kısa süre sonra atılan ne varsa hepsi. Yani seni düşündürmeyen her şey. Ya da seni ağlatmayan her şey. Kısalıktaki etkisinden dolayı değil, kıymetsizliğinden dolayı dikkate alınmamalıydı. Düşünmek ne kadar insani ise, ağlayabilmek de o kadar kul olabilmekle ilgili. Hayatın kısalığına en çok ağlamak yakışırdı. Sevgili Peygamberin hüznü, Kerbala'nın çilesi, her şehidin ölme gayesi herkesi fazlasıyla ağlatabilecek güçte. Bu bağlamda ağlamak zayıflık hiç değil. Belki de en güzel dua: ağlayabilmek. Anneler bilgeliğinden ağlıyor. O'nun gördüklerini görsek az güler çok ağlardık değil mi? Aşkın dili olsaydı ağlamayı seçerdi.
'Saygı duymak(?).' Ne güzel cümleler kurulmuş. Bunlardan bir tanesi de 'saygı duymak'. Başkalarının fikrine ve haklarına saygı duyman beklenir. Trafikteki sen dışındakilere, ekmek sırasındakilere, komşuna saygın duymalısındır. Daha da gelişmişi: 'Fikirlerime katılmasan da saygı duymalısın.' İddaialı bir cümledir bu: Fikirlerime katılmasan da saygı duymalısın. Evet kesinlikle saygı duyulmalıdır. Keşke buna kendi hayatına saygı duymak da eklenseydi. Mesela bu kısalıkta 'sonsuz bir hayat' ne kadar ve ne çeşit bir saygıyı HAK ediyor? Geri kalan ömürler bu saygının hakkını vermek için kafi mi? Ruhuma saygı duymak istiyorum, bana verilen hayata saygı duymak istiyorum. Ama bu nasıl olacak bilmiyorum. Tek bildiğim bir an önce öğrensem iyi olacak.
'Geçmişine aldırmamak'. Sanırım bu nokta en iyi başlangıçlardan birisidir. Geçmişine aldırmama noktası. Geçmişin insanı yönetme gücü vardır. (Kişinin ruh geçmişinden bahsediyorum.-Tarih değil)Ve geçmiş bu gücünü özellikle seni kendisine çekmek için kullanır. Ve ila rabbike ferğab-Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O'na doğrul!(İnşirah) İnşirah'ların verdiği ferahlıkta her daim ruhuma geçmişime aldırmamayı telkin ettim. Ve (utanarak söylüyorum) bugün anlamını mütemadiyen unutsamda İnşirah'ı her duyuşumda gönlüm o ferahlığı buldu. Çünkü cehaletimize de acınıyor. Yabancı diziyi anlama gayreti İlahi mesajı anlamaya yöneltilemedi.
Ne de güzel tirtler masalara konuldu. O tirtlere söz verildi. Güneşi bilen ama güneşin Sahibini tanımayan tirtler. 'İnsan haklarını' okuyan insanın asli vazifesini bilmeyen tirtler. Tirtler de hayatı uzatmıyor. Lakin bir tirt uğruna bir ömür veriliyor. Hakk'ı biliyorsa verilsin.
Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. (Lokman Suresi)
Ayetlerden önce 'İnsan ne ile yaşar?(Tolstoy) 'da hayatı aramak hayatı daha da kısaltıyor. Hele hele aynı gazetenin benzer sütunlarında ideoloji perçinlemek bu kısalığı bir de sabit fikirle çekilmeze dönüştürüyor. Sonrasında insan slogan vari minik ezberler geliştiriyor. Bu ezberlerle tesbih çekmeye başlıyor. Gün geliyor ezberler için kan dökülüyor. Başka bir gün geliyor bir zamanlar kan dökenler aynı TV programında yine matbu ezberlerle güle oynaya mesai dolduruyor. Zihniyet aynı format farklı. Lakin hayat yine her zamanki kısalığında. Ve nihayetinde 'bu' kısalığa 'izlemek' illüzyonu ekleniyor. Bize sunulan en büyük(!) özgürlüklerin birisi hiç şüphesiz izleme özgürlüğü.
Bu kısalıkta rahmetli annene, geçen sene kaybettiğin kardeşine, tanıyıp da göçen kimlerin varsa hiç birisine mütekabiliyet içeren bir selam gönderemezsin. Çünkü kısalık gibi bu kısalık müddetince verilenlerin hepsi de birer emanettir. Saygı bir emanettir, sevmek bir emanettir. Uzatıp da yazımı kısaltmayayım. Maddi ve manevi ne varsa emanettir. Sanırım bundan mütevellit Allah ayette anaya, babaya iyi davranmayı emreder. Sanırım bundan dolayı emanetimi Bana satın der. Karşılığında size sonsuz bir hayat vereyim der. Yani kısalık Rahmet ve Rahimiyet ile ebediye dönüşür. Sakın dünya hayatı bizi aldatmasın.(bkz Lokman)
Bu kısalıkta neler dillenmedi ki? Ralph Waldo Emerson hayatın 'karşı konulmaz yazgısının' doğru olduğu kabul etti. Kader için gerçektir dedi ama yine de bireyin öneminden ve kişiliğin gücünden bahsetti. Oysa biz Müslümanlar kadere inanalı ve zerre miktar iyilik ve zerre miktar kötülükten sorumlu olduğumuzu bileli 14 asır olmuştu. Medeniyet bize bu kısalıkta ne öğretebilirdi ki? Biz öğrenmedik, iman ettik.
Bu asrın çocuklarına ise Allah'ın izni ile kader risalesindeki şu girişi okumak nasip oldu:
Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”
O gün Emerson sadece bu girişi okusa düşünmekten vazgeçerdi. Çünkü hayat kısaydı. Lafı uzatmaya gerek yoktu. Bakınız devamında Emerson ne dedi: kaderin bizzat kendisinin sınırları olduğunu söyledi ve ekledi: Dünyayı hareket ettiren başka bir kuvvet var. Buna da 'güç' dedi. Düşüncenin vardığı son nokta: işin işinden çıkamadığında İSİM takmak. Neymiş efendim? Dünyayı hareket ettiren başka bir kuvvet varmış ve buna da GÜÇ demiş. Bu Yonan felsefesinin küllisi böyle. Mesela aramak bulmak değil mesele entellektüel seviyede laf karıştırmak.
Siz de eğer zaten kısa olan hayatınızı benim gibi biraz daha kısaltmak isterseniz Emerson'a bir bakınız. Self-Reliance yazarı, Amerikan bireycilik etiğinin simgesi, transadantalizmin en muhim temsilcisi ölümden sonrası için acaba ne demiş? Yoksa o da kendisini sorgulamaktan ötesine geçememiş mi?
Evet bir de bu 'sorgulama' meselesi vardır.
Sorgulamak gerekiyor(muş). Düşünmenin olmazsa olmazıymış. Birileri bunu fena tekelleştirdi. Tek şekilleştirdi. Sadece bu kısalıktaki 'fasit sorgulamayı' kabullenmiyorum. Fasit: kötü, bozuk, arabozucu. 'Sorgulamadan' çok önce -çok çok önce gelenler var. Mesela kendini bilmek. Mesela teslim olmak. Hiç bir şey aklıma gelmiyorsa, mesela 'ibadet' etmek. Ebubekir gibi 'O dediyse doğrudur.' demek. Yani bu kadar basit. Ama insan kısalıkta zorluğu seviyor ve sorgulamak(?) istiyor. Malum bu arada dünyanın en çok sorgulayan Batı'sı/Batılısı dünyaya hep kan kusturdu. Ölüm getirdi. Bazen oluyor ki! hiç okumamayı sorgulamaya tercih ediyorum. Çünkü ben başkalarının düşündüklerini sorgulamak istemiyorum bilakis herkes kendince düşünmeli diyorum. Ya da şöyle sorayım? Sizce Platon düşündü mü? Yoksa sorguladı mı? Acaba Farabi hangisini tercih etti?
İlla ki sorgulanacaksa 'hayatın kısalığı' sorgulansaydı.
Kısalık hep korkular getirdi, garip korkular biriktirdi. Bu korkuların bir kısmını MÖ 271'de Epikür ile bıraktım. Ona göre kendi seçimlerimiz doğrultusunda düşünmeliydik. Kaygısızlık ve mantığa verilen önem onun felsefesinin temellerini oluşturuyordu. Allah'a şükür bizde ise Nursi'nin veciz ifadesiyle; Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.” Üstad bu ifadesiyle adeta kaygıdan arınmış ve tevekküle bürünmüş mantıklı cümlesini tüm Epikürcülere hediye etmişti.
Epikir'ün meşhur sözü ise:Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz. Aslında bir kelime dışında çok da farklı düşünmüyoruz. Bizde 'bilge' yerine 'imanlı' var. Sizce de öyle değil mi? Her şeyi bilemeyiz ama iman edebiliriz. Bak! bilgelik virüs için epey süredir uğraşıyor. Kahrolsun kör metaryalizm! Ne hayatları anlamsızlaştırdın. Oysa madde manasıyla maddeydi ve yaratılan her şey hikmetle doluydu. İnsana düşen sabırla, iradeyle ve küstah olmayan bir bilinçle hikmeti bulmaya veya en azından görmeye çalışmaktı. Hiç bir şey yapamasa hikmetin varlığına inanmaktı. Çünkü hayat kısaydı.
Düşünce hapsinde,
Vicdan sorgusundayım.
Ölüm dünyasında,
Yaşam infazındayım.
Günah ve utanç sarkacında,
Tövbe sancısındayım.
Korku ve yeis batağında,
Umut serabındayım.
Ölüm dünyasında,
Yaşam infazındayım.
Yine de şükür…
Af secdesinde,
Rahman kapısındayım.
Hayat: Dünyaya gelmek, ağlamak, anneye bağlı olmak, büyümek, yürümek, konuşmak, düşmek, öğrenmek, gülmek, anlamak, çalışmak, okumak, dinlemek, aşık olmak, evlenmek, çoğalmak, biriktirmek, satın almak, harcamak, batmak, çıkmak, gezmek, uyumak, hayal kurmak, umut etmek, vermek, almak gibi bir çok anlamı içinde barındırır.
Hayat en güzel ölümle tanımlanır. Ölüm ile hayatın ne olduğu tam olarak anlaşılır. Ölüme doğru atılan her adım sizi hayata bağlar. Her geçen gün hayata daha sıkı sarılırsınız. Ölüm olmasaydı hayatı kim bu kadar severdi ki?
Hayat, yorumlayamadığımız henüz yorumlanmamış bir rüyadır. Birçok şeyi yaşadığımızı sanırız ama onların geçişini saniyelerle ifade ederiz. Bilim onu yorumlayamadı. İnanmak ona bir yere kadar anlam verdi. Ve onun için ‘masiva’ dedi. Ölmek için yaşadığımız doğru mudur? Evet, haklısın sonsuz bir hayat için geldik ve gideceğiz. Peki, hayatı acılaştıran bu ölüm korkusu nedir? Bu yarış nedir? Koca İnsanlık tarihi boyunca kaç kişi teslimiyet halindedir ki?
Savaştan uzak savaşı tartışanlar, açlıktan uzak riyazet arayanlar gibiyiz. Her şeyimizin olmasını isterken aynı zamanda aşkta faniliği, hayatta sonsuzluğu istiyoruz. Bu manada; her şeyi istemek başkalarına hiçbir şeyi bırakmak oluyor. İstemekten öte adeta tüm varlığımızı geçenlere – geçeceklere vermek istiyoruz.
Başkalarından çalınanları paylaşmak gibi 3. Sınıf bir ‘paylaşma’ modası peydah oldu. Fazlalıkların 40ta 1’ini vermek gibi vicdani bir salınımı koruma subabı olarak şuurlarımıza taktık. İbadet: cezadan kurtulmak için yaptırılan periyodik muayene gibi algılanır oldu. Değiş tokuş aklımızı başımızdan aldı. Market reyonlarının önündeki kararsızlık neredeyse en büyük tercih – en esaslı demokratik hakkımız oldu. Lakin kasiyere vardığımızda sadece paramız kadar seçme ve seçilme hakkımız olduğunu yüzümüze vuruyorlar. 10 kuruşun yoksa poşetteki en son malzemeyi alamıyorsun. En çok değer verdiğimiz iki şey: kazanmak ve harcamak.
Düşünmek yerini düşünüyor gibi yapmaya, inanmak yerini inanıyor gibi yapmaya bıraktı.
Hedonizm çağın yükselen hastalığı oldu. Lütfen bana birileri; hedonizmden uzak (ari) bir düşüncenin, siyasi bir topluluğun varlığından bahsetsin. Varsa böyle bir meşrepten veya akımdan bahsetsin.
Yansımalar dünyasında hem aynayı tutan, hem bakan, hem bakmakta olduğu şeyi yapan; hem de arsız ve fütursuzca aynaya gelen ışık olmak istedik. Merkeze kendi varlığımızı öylesine bencilce, hırçınca ve küstahça yerleştirdik ki! Adeta bizim dışımız yok oldu. Kendi ürettiklerini kendisi sanan, bu ürettiklerini tüketirken de aslında kendi benliğini yiyen bir insana dönüştük. Ne kadar tüketiyorsak, o kadar vardık.
Oysa bir şeyin bir yaratıcıya bakan, bir kendisine bakan yönü vardır. Yani arının bir tarafı kendisine ve insanlara bakar, diğer tarafı Halıkına bakar. İnsanın bir kendisine bakan yönü bir de yaratıcına bakan yönü vardır. İnsan hayattaki neye bakarsa baksın; eğer bu dünyaya bakan anlamına bakarsa aldanır. Bu bağlamda; hayatın da kendi manasına(bu dünyaya bakan manasına) değil Allah’a bakan manasını görmek icap eder. Avrupa felsefesi ekser itibariyle hayatın kendi manasına baktığı için; tüm gücünü o yöne vermiştir. Kısmen ilmen terakki getirmiştir lakin manen hiçbir şey verememiştir. Verseydi barışı, özgürlüğü, zenginliği sadece kendisi için konuşmazdı. Kendisi gibi olmayanlara kan kusturmazdı. Ağzına doladığı medeniyet yalanını Orta Doğuda kusmazdı. Hayatı anlamlandırmada insana düşen niyet ve nazardır. Kişi niyetini iyi tutarsa kötülüğü iyiliğe, günahı sevaba, batılı hakikata dönüştürür. Yoksa nefsin ve nefsi tahrik edenlerin maskarası olur. Kendisini yukarıda mevzu bahis ettiğimiz: tüketimin, hedonizmin ve her türlü kandırmacanın sefil bir hizmetçisi olur. Kişinin neye nasıl baktığı çok önemlidir. Raftaki bir paket unu para ile alınan bir meta görmek ile Rahman ve Rahim olan Allah’ın kıymetli bir nimeti gibi görmek arasında Cennet ve Cehennem gibi fark vardır. Müslüman ne bir paket unu, ne ekmeği, ne unu, ne havayı, ne suyu, ne de hayatı manasız ve de Yaratıcından ayrı görmez-göremez. Hayatın mahiyetini arayan nazar, niyet ve hayatın hayatı verenle olan ezeli ve ebedi bağını müşahade etmelidir. Evet Malik değiliz lakin kendimize Malik nazariyle bakıp; Malikimizin had ve hududunu bir nebze olsun anlarız. Ve ölüm hakdır. Her insan ölüme doğru yaşar. Öyleyse insan aslında ölümü anlamadan hayatı anlayamaz. Beden bu dünyada yaşamayı keşf ederken, ruh da aynı şekilde ölümü keşf etmelidir. Hayatın gerçek tadını ancak ölümü, ölmenin amacını anlamaya çalışanlar idrak edebilir.
İnsanın bugün ruhunu sıkan, benliği daraltan etrafındaki nesnelerin, kurguların, sözlerin ve de uğraşların çokluğudur. Lakin bunlara mukabil insanın şahsına ‘teslimiyet’ gibi bir anahtar verilmiştir. Bu anahtar sadece dünyanın manasını değil aynı zamanda sonsuz bir hayatın muhtevasını da insanın şuuruna yakınlaştırır. İşte bu yüzden huzur hiçbir zaman pervasızca tüketmekte, daha çok tüketmek için daha çok çalışmakta olmamıştır.
Huzur yaptığın ve yapacağın işlerde O’nun rızasını aramakta olmuştur.
Sonuçta; ibadet ve ibadetin rükunları; zekat ve içeriği, hac ve değeri, oruç ve kıymeti ancak şuurlu bir teslimiyet ile yapılırsa netice verecektir. Ve hayat yine de…. Belkide ….bir rüya olarak kalacaktır fakat en azından kabus olmayacaktır.
Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (sure: lev enzelna)
Dünya ve meşgalesi veya masivası kaldığı yerden devam ediyor. Kıyamete kadar da devam edecek. Kendimiz bir şeyleri değiştirmedikçe, hiçbir şey değişmeyecek. Gönlüm yeni yılın dua, ibadet ve kararınca çalışma yılı olmasını istiyor. Keşke hayata inandığımız kadar ölüme de inansaydık. İnansaydık ve bütün çalışmaları sadece burası için yapmaktan vazgeçseydik. Bilmem sizde de oluyor mu? Hayatın hızı beni korkutuyor ve endişeye sevk ediyor. Göklerde ve yerde olan her şey O’nu tesbih ederken, bizlerin gecesinin-gündüzünün iş olması insana utanç veriyor.
İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Fakat insan önündekini yalanlamak ister. Siz çarçabuk geçmekte olanı seviyorsunuz. Ve ahireti bırakıyorsunuz. (Kıyamet suresi)
İlahi ferman her şeyi anlatıyor. 20’sine kadar nasıl geçtiğini bilmediğimiz hayatlar daha sonrasında an ve an diken olup batıyor. İnsan bu acıyı hissetmemek için TV’den, dost meclislerinden, dünya eğlencelerinden, hobilerinden adeta ağrı kesiciler alıyor. Alıyor almasına da her geçen gün dozajı arttırması gerekiyor. Sonra bir de bakıyor, dünya ve dünyalık acıları gideren ilaçların müptelası olmuş ama haberi yok. Hep yemek, hep gülmek, hep harcamak istiyor. Aynı zamanda unutmak istiyor. Ahireti, ölümü, hesabı unutmak istiyor. (Fakat insan önündekini yalanlamak ister-kıyamet suresi). Unutmak istiyor ama sokağa baktığında sadece farklılık olarak siyah saçlıları ve beyaz saçlıları görüyor. Enerjisi düşünmesine mani olanlar ile düşüncesine enerjisi yetmeyenleri görüyor.
O, hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır. (Mülk Suresi)
Hayat ve ölüm var. İnsan için ikisinin de değeri bir diğerinden az değil. İnsanı ancak iyi bir hayat kurtaracak ve her canlı mutlaka ölecek. Güzellik, mal, hayaller ve dünyaya ait her ne varsa bir gün anlamsız olacak. Bu bağlamda aslında ölümü anlamak hayatı daha da iyi yaşamak demektir. Ölümü anlamaya çalışan; sağlığı, zamanı ve nimeti anlar. (Görmedikleri halde Rablerinden korkanlar için, bir bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.- Mülk suresi) Bu ruh haliyle yaşamak bizi İNSAN edecek. Ve … o zaman meleklerin insana secdesi mahiyetine erecek. Fitne çıkaranlarla, asıl kullar bir birinden ayrılacak.
TURGAY URGUR