Hayat, yorumlayamadığımız henüz yorumlanmamış bir rüyadır.
Birçok şeyi yaşadığımızı sanırız ama onların geçişini saniyelerle ifade ederiz.
Bilim onu yorumlayamadı. İnanmak ona bir yere kadar anlam verdi. Ve onun için
‘masiva’ dedi. Ölmek için yaşadığımız doğru mudur? Evet, haklısın sonsuz bir
hayat için geldik ve gideceğiz. Peki, hayatı acılaştıran bu ölüm korkusu nedir?
Bu yarış nedir? Koca İnsanlık tarihi boyunca kaç kişi teslimiyet halindedir ki?
Savaştan uzak savaşı tartışanlar, açlıktan uzak riyazet
arayanlar gibiyiz. Her şeyimizin olmasını isterken aynı zamanda aşkta faniliği,
hayatta sonsuzluğu istiyoruz. Bu manada; her şeyi istemek başkalarına hiçbir
şeyi bırakmak oluyor. İstemekten öte
adeta tüm varlığımızı geçenlere – geçeceklere vermek istiyoruz.
Başkalarından çalınanları paylaşmak gibi 3. Sınıf bir
‘paylaşma’ modası peydah oldu. Fazlalıkların 40ta 1’ini vermek gibi vicdani bir
salınımı koruma subabı olarak şuurlarımıza taktık. İbadet: cezadan kurtulmak
için yaptırılan periyodik muayene gibi algılanır oldu. Değiş tokuş aklımızı
başımızdan aldı. Market reyonlarının önündeki kararsızlık neredeyse en büyük
tercih – en esaslı demokratik hakkımız oldu. Lakin kasiyere vardığımızda sadece
paramız kadar seçme ve seçilme hakkımız olduğunu yüzümüze vuruyorlar. 10
kuruşun yoksa poşetteki en son malzemeyi alamıyorsun. En çok değer verdiğimiz
iki şey: kazanmak ve harcamak.
Düşünmek yerini düşünüyor gibi yapmaya, inanmak
yerini inanıyor gibi yapmaya bıraktı.
Hedonizm çağın yükselen hastalığı oldu. Lütfen bana
birileri; hedonizmden uzak (ari) bir düşüncenin, siyasi bir topluluğun
varlığından bahsetsin. Varsa böyle bir meşrepten veya akımdan bahsetsin.
Yansımalar dünyasında hem aynayı tutan, hem bakan, hem bakmakta
olduğu şeyi yapan; hem de arsız ve fütursuzca aynaya gelen ışık olmak istedik.
Merkeze kendi varlığımızı öylesine bencilce, hırçınca ve küstahça yerleştirdik
ki! Adeta bizim dışımız yok oldu. Kendi ürettiklerini kendisi sanan, bu
ürettiklerini tüketirken de aslında kendi benliğini yiyen bir insana dönüştük.
Ne kadar tüketiyorsak, o kadar vardık.
Oysa bir şeyin bir yaratıcıya bakan, bir kendisine bakan
yönü vardır. Yani arının bir tarafı kendisine ve insanlara bakar, diğer tarafı
Halıkına bakar. İnsanın bir kendisine bakan yönü bir de yaratıcına bakan yönü
vardır. İnsan hayattaki neye bakarsa baksın; eğer bu dünyaya bakan anlamına
bakarsa aldanır. Bu bağlamda; hayatın da kendi manasına(bu dünyaya bakan
manasına) değil Allah’a bakan manasını görmek icap eder. Avrupa felsefesi ekser
itibariyle hayatın kendi manasına baktığı için; tüm gücünü o yöne vermiştir. Kısmen
ilmen terakki getirmiştir lakin manen hiçbir şey verememiştir. Verseydi barışı,
özgürlüğü, zenginliği sadece kendisi için konuşmazdı. Kendisi gibi olmayanlara
kan kusturmazdı. Ağzına doladığı medeniyet yalanını Orta Doğuda kusmazdı. Hayatı
anlamlandırmada insana düşen niyet ve nazardır. Kişi niyetini iyi tutarsa
kötülüğü iyiliğe, günahı sevaba, batılı hakikata dönüştürür. Yoksa nefsin ve
nefsi tahrik edenlerin maskarası olur. Kendisini yukarıda mevzu bahis ettiğimiz:
tüketimin, hedonizmin ve her türlü kandırmacanın sefil bir hizmetçisi olur. Kişinin
neye nasıl baktığı çok önemlidir. Raftaki bir paket unu para ile alınan bir
meta görmek ile Rahman ve Rahim olan Allah’ın kıymetli bir nimeti gibi görmek
arasında Cennet ve Cehennem gibi fark vardır. Müslüman ne bir paket unu, ne
ekmeği, ne unu, ne havayı, ne suyu, ne de hayatı manasız ve de Yaratıcından
ayrı görmez-göremez. Hayatın mahiyetini arayan nazar, niyet ve hayatın hayatı
verenle olan ezeli ve ebedi bağını müşahade etmelidir. Evet Malik değiliz lakin kendimize Malik
nazariyle bakıp; Malikimizin had ve hududunu bir nebze olsun anlarız. Ve ölüm
hakdır. Her insan ölüme doğru yaşar. Öyleyse
insan aslında ölümü anlamadan hayatı anlayamaz. Beden bu dünyada yaşamayı keşf
ederken, ruh da aynı şekilde ölümü keşf etmelidir. Hayatın gerçek tadını ancak
ölümü, ölmenin amacını anlamaya çalışanlar idrak edebilir.
İnsanın bugün ruhunu sıkan, benliği daraltan etrafındaki nesnelerin,
kurguların, sözlerin ve de uğraşların çokluğudur. Lakin bunlara mukabil insanın
şahsına ‘teslimiyet’ gibi bir anahtar verilmiştir. Bu anahtar sadece dünyanın
manasını değil aynı zamanda sonsuz bir hayatın muhtevasını da insanın şuuruna
yakınlaştırır. İşte bu yüzden huzur hiçbir zaman pervasızca tüketmekte, daha
çok tüketmek için daha çok çalışmakta olmamıştır.
Huzur yaptığın ve yapacağın
işlerde O’nun rızasını aramakta olmuştur.
Sonuçta; ibadet ve ibadetin rükunları; zekat ve içeriği, hac
ve değeri, oruç ve kıymeti ancak şuurlu bir teslimiyet ile yapılırsa netice
verecektir. Ve hayat yine de…. Belkide ….bir
rüya olarak kalacaktır fakat en azından kabus olmayacaktır.
(devam edecek)
Turgay URGUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder